30 Kasım 2009 Pazartesi

Kurban Bayramı'nı Yolcularken...

Ailelerimizden uzak bir şehirde yaşıyoruz. Bir bayram benim aileme, bir bayram eşimin ailesine gidiyoruz. Bu bayram sıra benim ailemdeydi ve bayramı onlarda değil, bizim evde geçirme kararı almıştık. Söylemesi ayıp, evimiz kışın tropikal bir adaya dönüşüyor, nerdeyse klima açıp serinlemek gerekiyor. Esaslı bir temizlik harekatından sonra, eşim ailemi alıp geldi. Annem bir süredir rahatsızdı ve uygulanan tedavi de hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden tekrar hastaneye gittik, MR vs derken arefe günü teşhis kondu. Dizinden bir operasyon geçirmesi gerektiğine karar verildi. Toz bezi elinde gezen annem, oturma cezasına çarptırıldı :) Bayrama böyle başladık ama çok şükür moralimiz gayet iyiydi. Kurban Bayramı'nın eski ve esas olması gereken anlamını kaybettiğine dair uzun uzun sohbet ettik hep birlikte. Eskiden kesilen kurbanlar dağıtılırdı. Ertesi güne nerdeyse birşey kalmazdı. Şimdi buzlukları doldurmak adına kurban kesilir oldu. Allah kabul etsin, diyecek birşey yok sonuçta.

Bayram için tatlı yapmak adettendir. Hafif bir tatlı yapmak için, babamdan gelirken özel tatlı kabağı getirmesini istedim. Her kabaktan tatlı olmuyor malum. Bu kabak Adapazarı yöresinden geliyor, pişerken sulansa bile kabaklar sonuçta lokum gibi oluyor. Hiç sevmeyen bile en az 2 porsiyon götürüyor, garanti :))

Eşim geç saatte geleceği için tatlının hazırlığını babişkomla beraber yaptık. Tarifteki en önemli detay şu; kabakları doğramak için güçlü bir babişkoya veya kahraman bir kocişe ihtiyaç var :)) Gelelim tarifimize:

Malzemeler:

  • 1 kg kabukları soyulmuş ve iri doğranmış kabak
  • 1/2 kg toz şeker
  • Dövülmüş ceviz, isteğe göre kaymak, tahin

Kabakların kabuklarını soyup iri iri doğradıktan sonra, derin bir kapta yıkıyoruz. Pişerken fazla sulanmaması için yıkadıktan sonra büyük bir süzgeçte en az bir saat bekletiyoruz. Geniş ve derin bir tencereye alıp üzerine toz şekeri ekliyoruz. Aynen reçel yapar gibi, akşamdan kabakları şekere yatırıyoruz. Sabah kabaklar sulanmış oluyor.



Sulanan kabakları ateşe alıp ortadan az bir ateşte yumuşayana kadar pişiriyoruz. Suyu kıvamlı hale geliyor zaten. Dilerseniz kabakları bir fırın kabına alıp 20-25 dk daha hafif kızarana kadar pişirmek de mümkün. Biz sadece ocakta pişmesiyle yetindik. Soğuduktan sonra üzerine ceviz, dilerseniz kaymak veya Antalya'da gördüğüm üzere, tahin dökerek ikram edebilirsiniz. Fazlaca yaptıysanız, ikinci gün buzdolabına koymak daha sağlıklı olacaktır. 4-5 gün bozulmadan kalabiliyor.


Rengi de tadı da çok güzel oluyor. Bu şeker miktarı ile orta tatlılıkta bir lezzet elde ediliyor. Şekeri istediğiniz gibi artırıp azaltabilirsiniz. Adı kabak ama tadı muhteşem :)) Afiyet olsun...

27 Kasım 2009 Cuma

İyi Bayramlar


Sağlık problemleri nedeniyle tam istediğim gibi olmasa da güzel bir bayram geçiriyoruz. Bayram için yaptığımız kabak tatlısı tarifini en kısa sürede ekleyeceğim, resimleriyle beraber. O zamana kadar herkese güzel bir bayram diliyorum. İnsanın sevdikleriyle birlikte olması, neşeyle sofralar kurması kadar mutluluk veren başka birşey yok galiba.


İyi bayramlar...


23 Kasım 2009 Pazartesi

Kalburabastım :)

Vallahi külliyen yalan :)) Ben rendeye bastım. Eşim, bir etkinlik sebebiyle geç gelecekti. Canım da feci şekilde şerbetli tatlı çekmekteydi. Şu GDO meselesi çıktığından beri, hazır birşeyler yemeye çekinir oldum. İş başa düşünce, güzel bir tarif bulmak için izlediğim bloglara bir göz attım. Yağı nispeten az olan bir tarifte karar kıldım. Tarifi http://tulosh.blogspot.com/ 'dan aldım.
Benim kalburabastılar biraz tombik tombik oldu ama tadı nefis oldu. Özellikle ertesi gün şerbetini iyice çekince tadı da oturdu.

İşte tarif:

Hamuru için:

  • 150 gr margarin
  • 1 çay bardağı sıvı yağ
  • 1 çay bardağı süt
  • 1 yumurta
  • 1 yemek kaşığı toz şeker
  • 1 paket kabartma tozu
  • Aldığı kadar un
  • İçi için 1 su bardağı iri kırılmış ceviz

Şerbet:

  • 3,5 su bardağı toz şeker
  • 3 su bardağı su
  • 1/4 limon suyu

Tarif sahibinin uyarısını dikkate alarak, margarini erittikten sonra iyice soğumasını bekledim. Bu arada şerbeti hazırladım. Şeker ve suyu bir tencereye alıp kaynattım. Beş dk sonra limon suyunu ekleyip birkaç dk daha kaynatıp soğumaya aldım.

Eritilmiş margarini, sıvıyağı, süt, yumurta ve şekeri, çırpma teliyle biraz çırptım. Yavaş yavaş un ekledim ve kabartma tozunu da ilave ederek yumuşak bir hamur yoğurdum. Hamurdan parçalar alıp yuvarladım ve arasında ceviz koyarak hafif oval şekil verip rendenin üzerine bastırdım. 180 C'de kızarana kadar pişirdim. Ben kalburabastıyı iyice kızarmış, gevrek gevrek seviyorum. Bir daha yaptığımda daha fazla kızarmasını bekleyeceğim. Sıcak tatlıların üzerine soğuyan şerbeti döktüm.


Biz çok beğendik tadını. Bayramda da bu tatlıdan yapalım dedi hatta eşim. Bakalım artık :) Yarın annem ve babam geliyor bize, bayramı burada geçireceğiz inşallah. Bu ne anlama geliyor ? Mutfak yarın anneye teslim ediliyor ve bir süreliğine küçük şımarık kız moduna geçiliyor demek tabi ki :)) Eee o kadarına hakkım var ama dimi :) Bir haftadır Balerina Cif gibi çalışıyorum vallahi, evde dokunulmadık yer bırakmadım. İyi de oldu, hem pırıl pırıl hem de annemin istediği gibi dantelli bir ev oldu. Banyodaki raflara bile dantel serdim, o derece yani :)

Görüşmek üzere, pai pai :)

22 Kasım 2009 Pazar

Tarçın Tarçın :)

Tarçının kokusuna ve tadına bayılırım. Keklerde, kurabiyelerde, sütlü tatlılarda sürekli kullanırım. Bugün paylaşacağım kurabiye tarifini, 2002 yılında Lezzet dergisinde yollamıştım ve yanılmıyorsam Ekim sayısında yayınlanmıştı. Hatta 2002'nin en iyi 12 tarifinden biri seçilmişti. Tescilli güzel yani :))

Malzemeler:

Hamuru için:
  • 1 yumurta
  • 1 paket yumuşak margarin
  • 1 su bardağı pudra şekeri
  • 1 su bardağı mısır nişastası
  • 1 paket kabartma tozu
  • Aldığı kadar un

Üzeri için:

  • 4 yemek kaşığı toz şeker
  • 2 yemek kaşığı tarçın

Hamur malzemelerinin tümü karıştırılarak ve yavaş yavaş un ilave edilerek kulak memesi kıvamında hamur hazırlanır. Oklavayla yarım cm kalınlığında açılır ve kurabiye kalıplarıyla kesilir. Yağlı kağıt serili tepsiye alınarak buzdolabında en az yarım saat dinlendirilir. Özellikle yumuşak margarin kullanılarak hazırlanan tariflerde, pişirmeden önce, buzdolabında dinlendirmek çok iyi sonuç veriyor. Hamur yayılmadan pişiyor. Milföyden yaptığım böreklerde de aynı yöntemi uyguluyorum. Yağ tekrar katılaşıp hamuru toparlıyor. Dinlendirme sonrasında orta ısılı fırında pembeleşene kadar pişirilir. Fırından aldıktan sonra, kurabiyeler henüz sıcakken tarçın-şeker karışımına bulanır. Sıcaklık sayesinde karışım kurabiyeye yapışıyor ve dökülmüyor. Sonrası malum :) İster çay, ister kahve, ister meyva suyu eşliğinde, geçici hafıza kaybı yaşanarak kurabiyeler afiyetle yenir. Tarçın, suçluluk duygusunu bastırmaya, alınan kalorileri hesaplama dürtüsünü yok etmeye yardımcı olur :P



20 Kasım 2009 Cuma

Rengarenk Lezzetler

Salata, salata, salata :)) Yemeğin yanında iyi gider, tek başına iyi gider ama bir şartla. Malzemeler süper olacak ! Farklı malzemelerden salata yapmaya başlayalı çok oldu ama bugün özellikle iki şeyden bahsetmek istiyorum. Tek başlarına yenebileceği gibi, resimdeki salatada olduğu üzere diğer malzemelerle birlikte de kullanılabilir.


Mor lahanayı salatalarda kullanmayı seviyorum ama rendelenmiş çiğ halinden çok, özellikle kebapçılarda / köftecilerde sunulduğu halini seviyorum. Yapması da çok basit.

Malzemeler:

  • 1 orta boy mor lahana
  • Tuz
  • Yeteri kadar elma sirkesi

Lahananın dış yapraklarını ayıklayıp iyice yıkıyoruz. Sonra ikiye bölüp, uzun uzun doğruyoruz. Derin bir kaseye alıp üzerine bolca tuz ekleyip yumuşayana kadar ovuyoruz. Ovduğumuz lahanaları sudan geçirip bir saklama kabına alıyoruz ve üzerini örtecek kadar sirke ekleyip buzdolabına kaldırıyoruz. 1-2 gün sonra renkleri dönmeye başlıyor. İlk resim işlem yapıldıktan sonraki hali, ikinci resim de yenmeye hazır geldiği halidir.





Çok sevdiğim bir diğer lezzet de kırmızı pancar turşusu. Yapımı kolay, hemen yenmesi mümkün ve de çok leziz.
Malzemeler:
  • 4-5 tane orta büyüklükte kırmızı pancar kökü ve sapları
  • Tuz
  • Sarmısak
  • Sirke

Pancar köklerini ve saplarını ayıkladıktan sonra, sirkeli suda bekletiyoruz. Sonra birkaç su yıkayarak süzgece alıyoruz. Köklerin kabuklarını soyup istediğimiz büyüklükte dilimliyoruz. Ben iri halkalar halinde dilimlemeyi seviyorum. Sapları da 3-4 cm uzunluğunda doğruyoruz. İkisini birlikte derin bir tencereye alıp üzerini örtecek kadar su ekleyip haşlıyoruz. Kökler yumuşayana kadar haşlıyoruz. Kaynamaya başladıktan sonra tuzunu ekliyoruz. Haşlanan kökleri ve sapları süzgece alıyoruz. Haşlama suyunu dökmüyoruz. Dilediğimiz miktarda sarmısağı ayıkladıktan sonra bıçakla ince ince kıyıyoruz. Bir saklama kabı içerisine, sarmısağı, kökleri ve sapları koyuyoruz. Üzerine yaklaşık iki çay bardağı kadar sirke ve üzerini örtecek kadar da haşlama suyundan koyuyoruz. Ağzını kapatarak buzdolabında saklıyoruz. Aynı gün de yiyebilirsiniz ama esas rengini ve lezzetini bulması için birkaç gün sabretmek gerekiyor.

Haşlanmadan önce



Terbiyesi yapıldıktan sonra
Bekleme süresi dolduktan sonra, rengi de tadı da çok güzel oluyor. Afiyet olsun, rengarenk lezzetler sofranızdan eksik olmasın .

Üçüncü Geleneksel Nohut Mayası Faciası Şenlikleri Başladı :))


Nohut mayalı ekmeğin lezzetini ilk kez Selçuk'un Şirince köyüne yaptığımız gezide leşfetmiştim. Ekmek mi yemeklere eşlik etmişti, yemekler mi ekmeğe, anlayamamıştım. Mis kokulu, lezzetli bir ekmekti. Yemek yediğimiz yerin sahibi, köyün fırınından alabileceğimizi söylemişti ama kalabalık bir gün olduğu için fırında kalmaması sebebiyle alamamıştık. Sonra internette ve gazetelerde sıkça bahsedildiğini duydum ve tabii ne ne yaptım ? Merak ettim :))

İzlediğim bloglardan http://annekedi.blogspot.com/ 'deki tarifi denemeye karar verdim. Yazının başlığından anlayacağınız üzere, ilk denemelerim başarısız oldu. Bir denemede başarısız olmaktan hiç hoşlanmıyorum. Şu hırsımı başka alanlarda kullansam keşke :)) Başarılı olamama nedeninin mayalama sıcaklığı olduğunu aşağı yukarı kestiriyordum. Bu kez yöntemi biraz değiştirdim. Ama en önemli değişiklik şu oldu: Bu kez mayaya yüz vermedim, kendisini önemsemedim :)) O da bu mesajı almış olacak ki, beni kaybedeceğini anlayıp tutmaya karar verdi :P

Gelelim tarife:

  • yaklaşık 2 avuç kadar kuru nohut
  • 1 tatlı kaşığı toz şeker
  • 2 tatlı kaşığı un
  • 1 tatlı kaşığı tuz
  • 2,5 su bardağı kaynara yakın sıcak su
  • Aldığı kadar beyaz un (yarım kg civarı)

Nohutları kırmadan önce iyice yıkadım, bu sayede robotta çekerken daha kolay kırıldılar. Ama çıkan sesi duymalıydınız :)) Nohutları daha önce, kumaş torba içine koyup çekiçle kırmıştım ama robotta çekmek daha iyi sonuç verdi. Nohutları, aşağıda resimde gördüğünüz geniş ağızlı bir şişenin içine koydum. Üzerine, şeker, tuz, sıcak su ve unu ekledim, iyice çalkaladım. Herhangi birşeye sarmadan doğrudan kaloriferin üzerine koydum. Mayamın tutmasını sağlayan en önemli faktör, kalorifer oldu ve tabii ki apartman görevlimiz Sabit :)) Kazana coşkuyu verdikçe, benim maya da bir köpürdü bir köpürdü. Geceyarısı rahatsızlanıp uyanınca kalktım ve mayamın tuttuğunu görünce, yaşadığım tüm rahatsızlığa rağmen çok mutlu oldum.


Sabaha kadar uyuyamadım ama sevinçten değil, baş dönmesinden. İşe gidemedim maalesef ve öğlene kadar yatmak zorunda kaldım. (Hımm böyle yazınca aslında pek de kötü bir durum olmadığı anlaşılıyor :)) , maalesef öğlene kadar uyumuşum, yazık bana :)) ) Öğleden sonra kendimi iyi hissedince, ilk işim mayanın başına geçmek oldu. Mayayı iki kez süzgeçten geçirdim. Kokusu pek fena, süzdükten sonra nohutları hemen dışarı çıkarmak lazım. Mayalı sudan 2 su bardağı kullandım. Ekmek yoğurma kabıma mayalı suyu ve 1 bardak ılık suyu koydum. Bu aşamada dilerseniz 1 tatlı kaşığı kadar tuz ilave edebilirsiniz. Sonra yavaş yavaş un ilave ederek cıvık bir hamur olana kadar yoğurdum. Üzerini örterek sıcak bir yerde mayalanmaya bıraktım. İki katı olunca, yağladığım baton kek kalıbına alarak bir süre de kalıp da mayalanmasını bekledim. Toplam 3-3,5 saat mayalanmış oldu. Bu süre, oda sıcaklığına göre değişebilir. Ben sonlara doğru sıkılıp, biraz ısıttığım fırının içine alarak süreci hızlandırdım. Üstüne susam ektim ve 180 C sıcaklıkta 50 dk pişirdim. Sıcaklığı 200 C'ye çıkarıp 10 dk kadar da bu sıcaklıkta kızarmasını bekledim. Pişirme sırasında, ısıya dayanıklı bir kaba su koymak, ekmeğin daha güzel pişmesine yardımcı oluyor. Sürenin sonunda ekmeği fırından alıp kalıptan çıkardım ve bez üzerinde soğumaya bıraktım.

Eşim geldiğinde, ekmek henüz soğumamıştı. O yüzden ucundan incecik bir dilim kesip tadına bakmasını istedim. Eşimin tepkisi : OLAY :)) Bu ekmek karaborsa olur Arzu !


Yarın sabah kahvaltısı için şimdiden sabırsızlanıyoruz. Salı günü kısmetse annem ve babam, bayramı geçirmek için bize gelecekler. Onlara da yapacağım inşallah. Pai pai :))

17 Kasım 2009 Salı

Benim Farmville :)

Blog denen şey günlük anlamına gelir küçük hanım ama senin blog nedense Benjamin Button tadında, geriye doğru gidiyor :)) Küçük mü ? Küçülüp de farmville'de kara koyun ol bari :) Varsın eski bir hatıra olsun, bu resimler ve resimler çekilirken yaşananlar öyle güzeldi ki, paylaşmamak haksızlık olurdu. Üstelik facebook'ta tüm farmville davetlerini niye geri çevirdiğim de anlaşılsın artık kardeşim :)) Benim zaten bir farmville durumum var yani :D

Geçen bayramı eşimin memleketinde geçirdik. Güzel bir köy ve ben oraya gitmeyi seviyorum. Üstelik börtü böcekten deliler gibi korkmama rağmen, üstelik ben o köye ilk giderken, arabanın önünden bir yılan geçmiş olmasına rağmen. Ne bileyim, insanın halen gidebilecek bir köyü olması ayrıcalıklı bir durum gibi geliyor bana. Hem benim iki köyüm var, biri Emirler, diğeri de çokkk uzaklardaki yemyeşil Koryanam. Bu gece kendi köyümün resimlerine bakmaya cesaret edemedim, dünyanın en yumuşak başlı insanlarından biri olan Şakir Amcamı geçen yıl bugün kaybetmiştik, belki de ondan. O resimler çekilirken amcam sağdı ve yanımızdaydı. Tüm şefkatiyle ve sevgisiyle. Nur içinde yatsın inşallah.

Eşimin köyündeydik geçen bayram, yaşadığımız şehir yaz mevsimini kovalamamışken henüz, biz sonbaharın ta ortasına gitmiştik. Elma mevsimiydi tam, köye gidene kadar geçtiğimiz her yer buna işaret ediyordu. Köyümüzde de elmalar tüm güzellikleriyle daldaydı. Bizim gibi avanak şehirliler için "aaaaaa elmaaaa" ünlemleri normal olsa da, yetiştirenler için artık pek bir anlam ifade etmiyor maalesef. Ne tüketebiliyorlar ne de satabiliyorlar. Yıllardır bir kooperatif lafı var ama harekete geçen yok.

Yaptığımız yürüyüşlerden birinde çektik bu resimleri. Elma bahçelerinin arasında yürüdük, hava yağdı yağacak gibiydi ama bizim hatrımıza bekledi bizi, eve dönene kadar yağmadı. Kendi bahçemizde de elma toplamanın keyfini çıkardık. Vallahi topladım ben de, başardım yani :)

Hepsini toplamak istedim o gün, hepsinden bir ısırık almak. Herbiri ayrı güzeldi ve bahçede ağaçların arasındayken kendimi çok mutlu hissettim. Doğaya dokunmak bir başkaydı, tezgahtan elma seçmek gibi değildi sonuçta.





Üzüm diyarında yiyecek üzüm bulmakta zorluk çeken ben, köydeki üzümlere hasta oldum. Ben tatlı ve çekirdeksiz üzüm sevmiyorum kardeşim. Üzüm dediğin azıcık dilini damağını buracak, kokusu deli edecek, çekirdeğine kadar yedirecek kendisini. İşte köydeki üzümler, gösterişsiz ama alabildiğine lezzetli.


Çocukluğumun tadlarına da rastladım köyde. Her taraf kuşburnu doluydu. Hatis annem zaten toplayıp süper marmelat yapmıştı, ama ben çay yapmak için toplamak isteyince, ellerine dikenler bata bata yolboyu topladı benim için. Annelik böyle birşey sanırım. Biz mutlu oldukça, o acıyan ellerine hiç aldırmadı. Kuşburnularım kurudu bile, ilk demlenenler pek verimli olmadı, hayal ettiğim renkte olmadı ama olsun. Onlara anne eli değdi sonuçta, nokta !




veeee iğde ! Yıllar var belki yemeyeli, hadi bırak yemeyi, görmeyeli ! Çocukken ne çok olurdu iğde, toplayıp yerdik. Unlu unlu, tatlı tatlı ne güzel olurdu. Onun tadını hangi çikolata verebilir ki ? (Belki magnum olabilir :) )




Alıçlar da tüm güzellikleriyle bezemişti dalları. Ekşi sulu tadlarıyla hepimizi tazelemişlerdi o gün.



Aşağıdaki resim, dağa yaptığımız yürüyüş, (yürüyüş mü ??? tırmanış ve hatta sürünüş olmasın) sırasında çekildi. Hevesle çıkılan ilk yokuşlardan sonra bendenizin pili tükendi, son rampada Allah affetsin ama epeyce bir küfür etmiş olabilirim ama bilincimi tamamen kaybetmiştim :))



O bayramdan geriye kalan en güzel şey neydi diye düşününce; en güzeli, sevdiğinin elinden , senin için toplanan böğürtlenleri yemekti sanırım.




ve günün en hoş hatırası, eve dönüş yolunda karşılaştığımız bu sevimli çift oldu. Fotoğraf makinam çantamdaydı ve görmeleri mümkün değildi. Selam verip önlerinden geçiyordum ki, bana "bizim resmimizi çeksene" dediler. Öyle tatlıydılar ki, seve seve yerine getirdim isteklerini. İsimlerini bilmiyorum, Allah onlara uzun ve sağlıklı bir ömür versin inşallah. Hepimize de onlar gibi, birlikte yaşlanmayı ve yıllar sonra böyle aynı güzel gülümsemeyle objektiflere bakmayı nasip etsin.







9 Kasım 2009 Pazartesi

Eskilerden : Evler ve Anılar

" Bugün semt pazarına gitmek için evimizin karşısındaki dar ve yokuşlu sokaktan geçtim. Sokağın her iki yanında 4-5 katlı apartmanlar. Onların arasında kimbilir kaç senedir orada duran tek katlı bir ev var, daha doğrusu vardı. Duvarları artık yorulmuş, üst üste vurulan boyaları yer yer dökülmüş bir ev.

Bugün o evin yıkıldığını gördüm. Daha birkaç ay öncesine kadar yaşlıca bir teyze pencerenin önünde durup geçenlere bakar, zaman zaman da laf atardı. Bugün evin önünde durdum ve kalıntılarına baktım. Yeşile boyanmış iç duvarlar, pek çok yalnız sohbete gönüllü olmasa da katılmış, bazen en sessiz çığlıklara şahitlik etmiş yorgun duvarlar… Bir zamanlar doğan bir bebeğin mutluluğuyla dolmuş, çocuk sesleriyle çınlamış, belki de bir ölünün dünyadan çekip gittiği odalar… Penceredeki yaşlı kadının kimi zaman yokluk kimi zaman bolluk içinde yemek pişirdiği o ufacık mutfak… Sıcak yaz günlerinde nefes alabildikleri o küçük gizli bahçe. Üstünde asma bulunan o taşlığın üzerindeki sedirde kimler oturdu, kimler güldü ağız dolusu, kimler derdini anlattı, kimler keyifle içti az şekerli kahvesini. Fesleğen, süs biberi, çiçek dikili tenekeler bir köşede. Yaşlı kadın belki de konuşuyordu çiçekleriyle, yalnızlığını anlatıyor ve sularına sevgisini katık ediyordu.

Yoldan geçenler, neden bu yıkıntıya baktığıma bir anlam veremediler büyük ihtimalle. Oysa yanımda durup benimle birlikte baksalardı, o evin hala canlı olduğunu, yıkılan duvarlara inat, anıların taptaze yaşadığını belki onlar da görebilirdi. Ben, yaşananların yaşandığı yerde kaldığına ve sonsuza kadar orada olacağına inanırım. Apartmanlar beni huzursuz eder, tek katlı müstakil evleri sevmem bundandır. Apartmanlarda hayatlar birbirine karışır, anılar birbirine karışır. Aynı çatı altında olsanız da bu sadece fiziksel olarak doğrudur. Hayat apartmanlarda olabildiğince çok kata ve daireye bölünmüştür. Metrekareye bu kadar çok insan düşerken, insanın birbirinden en uzak olduğu yerlerdir onlar. Daracık bir kompartımanda omuz omuza yolculuk etmek zorunda kalan yolcular gibidir apartman dairelerinde biriken anılar. Sıkışmış, birbirine geçmiş, birbirini huzursuz etmiştir. Parfüm kokularına ter ve sigara kokusu karışmıştır. Ben bugün o eve baktım. Yanımdan geçenler de durup baksaydı, çocuk seslerini, bahçede neşe içinde çene çalan komşu kadınları, çaydanlıkta kaynayan suyun fokurtusunu duyabilirlerdi. Yaşlı kadının yaptığı kızartmanın kokusunu içlerine çekebilirlerdi. Evden çıkan son ölünün ardından dökülen gözyaşlarını görebilirlerdi. Ben bugün o eve baktım. O ev halen yaşamaktaydı… 27.12.2008"

O evi bir masal tadında anımsamak üzere ...

8 Kasım 2009 Pazar

İzlediğim Bloglardan Denemeler

Beşamel soslu brokoli
Uzun zamandır izlediğim, tariflerine çok güvendiğim ve daha da ötesi, içten paylaşımlarını çok sevdiğim http://www.sibelinkahvesi.blogspot.com/ da gördüğüm ve denediğim bir tarifi paylaşmak istiyorum. Eşimle sebze yemeklerini çok seviyoruz, ama klasik tarifleri sık sık yapınca insana bıkkınlık geliyor zamanla. İşte böyle bir günde gördüm tarifi. Brokolinin sadece salatasını yapıyordum. Piştiği zaman görüntüsü ve tadı hoşuma gitmiyordu. Ama bu tarif ezberimi bozdu :)) Dört haftadır her pazartesi günü menümüzde Sibel'in brokolisi var. Yapımı basit, tadı inanılmaz. Neden mi pazartesi ? Yok yok sendrom sebebiyle değil :)) Cumartesi günü pazardan aldığım brokoliler henüz yemyeşilken pişirmek istememden :)

Tarifi ufak tefek değiştirdim. Gelelim tarife:
  • Yarım kg brokoli
  • 1 su bardağına yakın mısır
  • 1 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
  • 2 su bardağı süt
  • 2 yemek kaşığı un
  • 2 yemek kaşığı tereyağ
  • Tuz, kekik

Brokolileri çiçek çiçek ayırıyoruz ve sirkeli suda bekletiyoruz. Bu sırada içinden kurt çıkarsa 80 desibel çığlık atıyoruz :) Kahramanımız koşup bizi kurtarıyor ! Brokolileri yıkadıktan sonra, bu kez de sebze yıkama sıvısında 1 dk bekletiyoruz. Çiçek kısımlarının iyice temizlenmesi için kullanılmasında yarar var. Yıkadığımız brokolileri, tuzunu da atarak, su ilave etmeden kısık ateşte yumuşayana kadar pişiriyoruz. Suyu yeterli gelecektir ama yetmemesi durumunda bir su bardağından az sıcak su ekleyebilirsiniz.

Haşlanan brokolileri, bir fırın tepsisine alıyoruz. İyice kızarması için teflon tepsi kullanıyorum ben. Üzerine mısırları döküyoruz. Tereyağını bir tavada eritip unu ilave ederek hafifçe kavuruyoruz. Sütü ekleyip, tel çırpıcıyla karıştırarak beşamel sosu hazırlıyoruz. Sosu, brokoli ve mısırların üzerine döküyoruz. En üste kaşar rendesi ve kekiği ekleyip, 200 C'de üstü kızarana kadar pişiriyoruz. Nefis nefis nefis, süper bir yemek oluyor. Tekrar ısıtılınca bile çok lezzetli oluyor.

Kestanesiz kestane şekeri
Gelelim diğer tarifimize. Tarifi, yine beğeniyle izlediğim http://www.yogurtland.com/ da gördüm. Denedim ve çok beğendim. Bir kere çok sürpriz bir tat, hele de ana malzemesini duyunca yaşanan şaşkınlık görülmeye değer. Bu tatlı kurufasulyeden yapılıyor, evet evet yanlış okumadınız. Kestanesiz kestane şekeri. Yapımı da zor değil. Tarif sahibinin ellerine sağlık.

Malzemeler:
  • 2 su bardağı haşlanmış kuru fasulye
  • 2 su bardağı toz şeker
  • 1 su bardağı çekilmiş ceviz
  • 100 gr yumuşak margarin
  • 1 paket kabartma tozu
  • 3 yumurta
Haşlanmış fasulyeleri robotta püre haline getiriyoruz. Yumurta ve şekeri 1-2 dk çırptıktan sonra, fasulye püresini ve diğer malzemeleri ekleyip hamur haline getiriyoruz. Oldukça cıvık bir hamur oluyor, korkmayın. Karışımı, yağlı kağıt serilen bir tepsiye (benimki 26 cm çapında) döküyoruz ve 150 C'de 1 saat pişiriyoruz. Fırından çıktığında da içi pişmemiş gibi oluyor ama pişiyor. Soğuması bekledikten sonra, parçalar koparıp elimizde yuvarlıyoruz ve kağıt kalıplara koyuyoruz. Üzerine çikolata sosu çok yakışıyor. Yuvarlamadan önce damla çikolata da ilave edilebilir. Buzdolabında iyice soğutulması gerekiyor.Yani acele edip hemen yerseniz hayal kırıklığı yaratabilir. 3-4 saat sonra kıvamını buluyor, ertesi güne sabrederseniz mükemmel hale geliyor. Bayramda ikram etmek için güzel bir alternatif olabilir.

Ağzınızın tadı hiç bozulmasın, aminnn :))

7 Kasım 2009 Cumartesi

Seviyorum Uleynnn :)



Seviyorum uleynn, seviyorum ben bu kurabiyeleri :) Görünüşleri son derece iddiasız olmasına karşın, çok lezzetli, pufucuk pufucuk oluyorlar. İlk kez annem yaptığında tatmıştım. İçindeki lor sayesinde son derece yumuşak oluyorlar ve 4-5 gün bayatlamadan kalıyorlar. Tabi bu kadar zaman beklemeleri olanak dışı, belirtmeden geçmeyeyim :)) İçindeki yağ miktarı, diğer kurabiye tariflerine göre yok denecek kadar az, şekeri de isteğinize göre ayarladığınızda, masum mu masum kurabiyeleriniz oluyor.
Malzemeler:
  • 2 yumurta (birinin akı kurabiyelerin yüzüne sürülecek)
  • 1 su bardağı toz şeker
  • yarım çay bardağı sıvı yağ
  • 1 çorba kaşığı yumuşak margarin
  • 1 çay bardağı süt veya 2 çorba kaşığı yoğurt
  • 400-500 gr tuzsuz lor
  • 1 paket vanilya
  • 1 paket kabartma tozu
  • Aldığı kadar un
  • İsteğe göre limon veya portakal kabuğu rendesi
  • Üzeri için toz şeker veya susam

Tüm malzemeleri karıştırıp yoğuruyoruz. Un miktarını belirtmedim, yavaş yavaş un ekleyerek ele hafifçe yapışan bir hamur elde etmek gerekiyor. Lorların topak olmamasına dikkat etmemiz lazım. Hamurdan toplar koparıp yuvarlıyoruz ve fazla bastırmadan, önce yumurta akına, sonra toz şeker veya susama bulayıp 170 C'de pişiriyoruz. Üzerleri kızardığı halde kontrol ettiğinizde içi pişmemiş gibi gelebilir, ama pişmiş oluyor. Lor sebebiyle çok yumuşacık oluyor.

Damla sakızı ilave edilerek yapılması da mümkün ama henüz denemediğim için sonucunu bilmiyorum. En kısa zamanda inşallah :))

4 Kasım 2009 Çarşamba

Büyümek senin hoşuna gitti mi?


Geçen mayısta yazmıştım bu yazıyı, buraya da eklemek istedim. Yazının aklıma gelmesinin nedeni, masamın üzerinde bana sürekli gülümseyen, pardon sırıtan Sünger Bob'u görmem oldu. Yıllar ilerlese de, insanın içindeki çocuk hiç büyümüyor, büyümesin de zaten. Onu çocuk olarak muhafaza edebilmek için herşeyi yapmak gerek diye düşünüyorum. Sünger'in satıldığı reyonlardaki yaşı büyük tek velet ben olsam da, utanmadan alıyorum istediklerimi :)) Ama bu Bob da inanılmaz tatlı birşey yahu, cazibesine kapılmamak imkansız ehehehehehe :)) Dimi Patrick ? Bu arada resimdeki silginin kağıttan yapılmış kısmı indirilince (yani Bob'un pantolonu), altta bildiğin beyaz slip donu var Bob'un :)) Çok şirin çokkk :D



İnsan en fazla beş yaşından sonrasını hatırlarmış derler ya, benim de ilk hatırladığım şey, beşinci yaş günümde aldığım altın renkli bir kupa şeklindeki kalemtraştı. Bir de kırmızı rugan ayakkabılarım. 70 li yıllarda doğmuş şanslı çocuklardan biriydim. Şanslıydım, çünkü akşam ezanına kadar sokakta tozun toprağın içinde oynayabiliyordum. Uslu bir kız gibi bebeklerimle de oynuyordum ama en güzeli sokakta top oynamak ya da deliler gibi koşmaktı. O deli koşuların dizlerimde bıraktığı izler hala duruyor. Baktıkça gülümsediğim izler… O zaman canımı yakan, belki de ünnnnveeee efektiyle ağlamama sebep olan yaralar. Şimdi seviyorum onları, çocukluğumun tatlı hatıraları. Harçlık aldığımızda bakkala koşup leblebi tozu aldığımız ve yerken konuşmaya çalıştığımız o güzel günler. Eti Puf’un önce üstündeki şekerleri, sonra bisküvisini yememiz, içindeki marshmellowu en sona saklamamız. O zamanlar annelerimizin hiç hijyen derdi yoktu. Pastörize süt yoktu hayatımızda, yere düşen ekmeği üfledikten sonra yiyebiliyorduk. Süt satanlara potansiyel katil gözüyle bakmıyordu kimse. Ağaçlardaki meyvaları taşlayıp düşürdüğümüz ki ben pek beceremezdim, sonra da sahibi geliyor diye birbirimizi korkutup kendimizce macera yaşadığımız anlar. Bazen ağaçlara tırmanırdım, indiğimde üstümde mutlaka bir tırtıl olurdu ve çığlık çığlığa ondan kurtulmaya çalışırdım. Anneannemin evinde kalabalık ailemizin toplandığı ve her kafadan bir sesin çıktığı o neşeli akşamlar. En çok da pestilin arasına fındık koyup yemeyi severdim. Gece 12’ye doğru elektrik kesilirdi. Televizyonsuz gecelerde radyo dinlerdik. Çocuk tiyatrosu, Arkası Yarın ve ne çalacağını bilmeden şarkılardan fal tuttuğumuz geceler. Telefonla konuşmak için önceden postaneye yazdırmanın gerektiği, mektup yazdığımız, kart attığımız zamanlar. Trabzonspor’un efsane olduğu, efsanenin içine doğduğumuz yıllar…

Ama büyüdük işte. Okullar, sınavlar, mezuniyetler derken yaş yolun yarısına erişti. 2000 senesinde 27 yaşında olacağım, aman Allahım ne kadar yaşlı olacağım derdim. Zaman aktı gitti sanki. Ama ben hala çikolata görünce beş yaşındaki kıvırcık Arzu kadar çocukça davranıyorum. Tırtıllardan halen çok korkuyorum. Televizyonu kapatıp eşimle, arkadaşlarımla, sevdiklerimle sohbet edebiliyorum yine. Sütün afilisini de alabiliyorum, sokakta satılanını da. Ağaçlardaki meyvaları görünce aklımdan geçmiyor değil onları taşlayıp düşürmek. Telefonlu hayatı çok sevemedim sadece. Trabzonspor benim için yine bir efsane. Markette arabaya gizlice Eti Puf attığım da çok olmuştur. Ee peki ne değişti yaşımızdan başka? Çocukluk güzeldi de, yetişkin olmak hoşumuza gitmedi mi? Vallahi benim çok hoşuma gitti. Zaman geçtikçe her şeye bakışın değişmesi, hayata karşı duyulan endişelerin azalması, hoşgörünün artması, yolda gördüğüm tuhaf giyimli, komik saçlı gençlere tebessümle ve sevgiyle bakıyor olmam, hayattaki en büyük problemin parasızlık değil insansızlık olduğunu görmüş olmam çok hoşuma gidiyor. Bir de beni halen beş yaşındaki Arzu’ymuşum gibi seven, nazlayan, şımartan ailem ve eşim… Bu sayede hiç büyümeyeceğim aslında. (25.05.2009)


Evet evet yedim, itiraf ediyorum ki ben bugün bu puflardan bir tane yedim. Sağlıklı beslenme, kuru incir filan derken, aslında pufun vicdanımda yarattığı suçluluk duygusunu bastırıyordum. Ama çok güzel oluyor bunları yemesi yaaa :)) Bir tanecikten birşey olmaz dimi :))

Yağmur, Tatlı Şeyler, Ekmek Kokusu

Dün geceden beri yağmur yağıyor, pıtır pıtır vuruyor camlara damlalar. Haftasonu evde devrim yapmış, çalışma masalarımızı caddeye bakan pencerenin önüne taşımıştık. Bugün çalışırken perdeyi de açtım, yağmurun keyfini çıkardım. Değişiklik ve yağmur beni öyle mutlu etmiş olacakki, kendimi sık sık gülümserken yakaladım. Yağmur bana iyi geldi doğrusu. Mutfak balkonumdan, manzara pek hoş olmasa da, sırf yağmurun sesini kaydedebilmek için kısacık görüntü aldım. Deminden beri dinliyorum :)) Su akar Türk bakarmış ya, ben de öyle yaptım :))


Tatlı krizi geçirmeyen yoktur herhalde. Bu krizleri en az hasarla :) atlatmak için evde kuru meyvalar bulundurmaya özen gösteriyorum. Hatice annem zaten kiraz, elma, erik kurularını yazdan hazırlıyor bizim için. Üzüm, incir ve yabanmersinini hazır alıyorum. Arada bir hazırlıyorum bir tabak, eşimle beraber afiyetle götürüyoruz :)


Yemek içmek üzerine bazı kararlar aldık eşimle. İş gereği geç saatlere kadar çalışmamız gerekiyor ya da şehirlerarasında seyahat etmemiz. Bu sebeple dışarıda yemek yemek zorunda kalıyoruz. Kulağa hoş gelse de, bulaşık vs derdi olmasa da, bir noktadan sonra insan cidden rahatsız oluyor. Her yemekten sonra midemiz rahatsız olmaya başlıyor. Bu yüzden mecbur kalmadıkça dışarıda yememeye, basit de olsa, kahvaltı bile olsa evde halletmeye karar verdik. Geç saatte bile dönsek, beraber giriyoruz mutfağa ve hemen hazırlıyoruz birşeyler. Ben de daha iyi organize olmaya başladım. Evde olabildiğim zamanlarda, bugün gibi, birkaç günlük hazırlık yapıp dolaba atmaya başladım. Mide yanmalarından kurtulmanın yanısıra, daha hijyenik ve daha ekonomik bir çözüm ürettik diye düşünüyorum.


Beş aydır ekmeği evde yapıyoruz. Söke Un'un hazır ekmek karışımlarından denedik ve çavdar ekmeğine bayıldık. Arada bir mecburen ekmek aldığımızda, ikimiz de keyifle yiyemiyoruz, ev ekmeğini arıyoruz. Üstelik makinada da yapmıyorum, fırında da gayet güzel oluyor.





Yapılışı oldukça basit, hamur mayalamaktan çekinenler için bile başarısız olma ihtimali çok düşük. Un paketinde detaylı şekilde tarifi yapılıyor.

Malzemeler:

  • Yarım kg ekmeklik un (kutuların içinde 2 tane yarım kglık poşet var)
  • 320 ml ( 2 su bardağı su)
  • Maya (paketten 2 adet çıkıyor, birisini kullanıyoruz)

Kuru mayayı 2 su bardağı ılık suda eritiyoruz. Suyun sıcaklığı önemli, yazın soğuk, kışın ılık su kullanmamız öneriliyor. Maya bu şekilde 15 dakika kadar bekledikten sonra unu ilave edip elastik bir hamur elde edene kadar yoğuruyoruz. Başlangıçta hamur çok cıvık oluyor ama yoğurdukça toparlanıyor. Hamur kıvama gelince, derin bir kabın içerisinde, üstünü nemli bir bezle kapatarak bekletiyoruz. Hamur iki misli olana kadar mayalanmasını bekliyoruz. Hamurdan yükselen kokular ve parmağınızı hamura bastırdığınızda eski halini alması, mayalandığını gösteriyor. Ekmeği pişireceğimiz kabı (teflon) suyla ıslatıyoruz ve hamuru fazla oynamadan kalıba aktarıyoruz. Kabın içerisinde de bir süre bekletiyoruz. Resimdeki gibi kabardığı zaman pişirmeye alıyoruz. Kutu üzerindeki sıcaklık, benim fırınımda iyi sonuç vermedi. İlk ekmeklerimin içleri pişkin olmuyordu, süngerimsi dokuyu elde edemiyordum. Yüksek sıcaklıkta ( 210 C) dışı pişiyor ve kuruyor, içiyse nemli kalıyordu. Birkaç deneme sonunda, sıcaklığı 170 C'ye düşürüp pişirmenin istediğim sonucu verdiğini buldum. Bu yüzden kendi fırınınızda denerken böreklerinizi pişirdiğiniz sıcaklığı baz almanızda yarar var. Ekmek piştikten sonra kalıptan çıkarıp bir bez üzerine alıyorum ve soğuyana kadar bekletiyorum. Kokusu ve tadına alışınca, başka ekmek yemek gelmiyor insanın içinden.

Ekmek kokusu mutfağınızdan eksik olmasın...

Yağmurlu Bir Gün



Dün geceden beri yağmur yağıyor, damlalar pıtır pıtır vuruyor camlara. Haftasonunda evde radikal değişiklikler yapmış, çalışma masalarımızı caddeye bakan pencerenin önüne taşımıştık. Bugün çalışırken perdeyi açtım. Hem çalıştım, hem de yağmuru izledim. Kendimi sık sık gülümserken yakaladım. Değişiklik de yağmur da çok mutlu etti beni sanırım :) Bir kahve hazırlamak için mutfağa gittiğimde, arka balkondan kısacık bir görüntü kaydettim. Yağmurun sesine bayıldım.

3 Kasım 2009 Salı

Yaşama Sarılmak


Yaklaşık 1 ay önceydi, Şeker Bayramı dönüşüydü sanırım. Pazardan aldığım zeytinleri çiziyordum, bir yandan da Aşk-ı Behlül'ün :)) tekrarını izliyordum. Çizerken de seviyordum orta taneli, yağlı ve sevimli zeytinlerimi :) Zahmetli iştir ama nedense çok mutlu olmuştum o anda. Eşime dedim ki, "bak, yaşayacağız diye umut ederek bir sürü zeytin yapıyoruz yine". Kış için yapılan hazırlıklar bana hep bunu çağrıştırır. Tamam yani, kış için hazırlık yapmanın manasını biliyorum ama içinde başka bir duygu var gibi geliyor bana. Bu zeytinleri yemeden gidersem gözüm açık gider gibi bir meydan okuma, yaşayacağına dair bir umut, yaşama sarılmak için uydurulmuş küçücük bir sebep adeta.

Zeytin merakı bende 2-3 sene önce başladı. Ahhh benim hayatım hep bu meraklarla dolu işte, merakkk ne güzel şey, güzel şey merak :)) İlk sene deneme amaçlı bir kavanoz kadar yaptım. Fena değildi ama tam bir acemi işi oldu. Sonraki yıl iki katına çıkardım, cesarete bakınız :)) Bu sene de çılgınlık ettim, 7-8 kg kadar yaptım. Geçen yılki zeytinlerim güzel olmuştu. Onun verdiği cesaret , internette yaptığım araştırmalar ve etrafla yaptığım bol miktardaki röportaj sayesinde bu yıl daha fazla yapmaya karar vermiştim. Seve seve çizdiğim zeytinlerim oldu, yemeye başladık afiyetle. Eşim bayılır zaten yeşil zeytine. Hele de nerdeyse turşu gibi ekşi ve tuzlu olan hazır zeytinlerden sonra, her sabah koca bir tabak tüketmeye başladık. Biraz daha yapmak niyetim var. Siyah da denemek istiyorum, merak ediyorum yahu :))

Gelelim nasıl yaptığımıza : Pek çok tarifi inceledim ve kendi deneyimimi de dikkate alarak şöyle bir yöntem uyguladım. Zeytinleri güzelce ayıklayıp, çürüklerini ayırdıktan ve iyice yıkadıktan sonra, 2-3 yerinden çizdim. Acısının çıkması için suya koydum. Genelde acısı çıkana kadar suyuna tuz konulmuyor, çoğu tarifte öyleydi. Ama ben baştan itibaren kaya tuzu koyarak beklettim. Suyunu 2 günde bir değiştirdim. Tuz, zeytinin bu süreçte erimesini önlüyor. Tuzsuz beklettiğim zeytinler, miktarları az olmasına rağmen erimeye başlamışlardı. O yüzden bu sene baştan itibaren tuz koydum. Alttaki resimdeki büyük cam kavanozum yaklaşık 5 kg zeytin alıyor. Her değişimde 3 çorba kaşığı kadar kaya tuzu koydum. Bir ay sonunda zeytinlerim tatlandı. Acısı gittikten sonra, zeytinlerimi daha küçük kavanozlara böldüm, kaya tuzu ve limon tuzu ilave ettim. Kavanozun ölçüne göre ayarlayabilirsiniz. Biz fazla tuzlu sevmiyoruz. Kavanozun üstünde 3 parmak olacak kadar zeytinyağı koyup, üzerini suyla (kaynamış soğumuş iyi su tercih edilmeli) tamamladım. Güneş almayacak şekilde muhafaza ediyorum şimdi.


İlk çizildiklerinde


Geçen pazar tüketilen ilk tabak
Ben zeytinlerimle bu kışa hazırım, yaşama sarıldık beraberce. Güzel tatlar hayatımızdan hiç eksik olmasın.

Bir Film ve Akmayı Beceremeyen Gözyaşlarım


Nefes, fragmanını izlediğimden beri beklediğim bir filmdi. Tam da "açılım" hançerinin tam göğsümüze saplandığı, olup bitene inanamadığımız, hazmedemediğimiz günlerin üzerine rastladı. Savaş filmlerini sevmem, erkek filmlerini sevmem ama bu başka birşey, bambaşka bir yapıt. Alabildiğine gerçek, alabildiğine sarsıcı... İçinde bir hikaye yok diyen yorumlara aldırmayın sakın. Ağlamayı planlayarak da gitmeyin. Sadece Nefes'i içinize çekin. Çünkü ilk sahnesinden son anına kadar nefes almadan izliyorsunuz. Vatan sevgisi, özlem, aşk acısı, korku, cesaret ve insan olmak... Hepsini birarada yaşıyorsunuz film boyunca. Finali de inanılmaz etkileyici, o sahnede yaşanan duyguların hepsini en derinden hissediyorsunuz. Ben ağlamadım, gerekli gereksiz her yerde akan gözyaşlarım, bu kez akmayı beceremedi. Pazar akşamından beri düşünüyorum, o son sahneyi kendi adıma çekiyorum bir kez daha, yaşlar yine birikiyor ama akmayı beceremiyor. Öyle işte, bir gidin izleyin. Kimbilir aynı şeyleri siz de hissedersiniz belki...

2 Kasım 2009 Pazartesi

Ispanaklı, Peynirli ya da Herşeyli Börek


Yufkayı kendiniz mi açtınız? Mayonezi kendiniz mi yaptınız ? Ananası kendiniz mi yetiştirdiniz? Evet evet bildiniz, Yemekteyiz programından bahsediyorum. İlk bölümünden itibaren, işten fırsat bulabildiğim günlerde izlemeye çalıştım. Bir ara soğudum, sinir oldum, sonra yine başladım. Şimdi yine bıraktım :) Sigara gibi meret, düşmedi yakamdan. Yazının açılış cümleleri de programdan alınmıştır. Resimde görülen böreğin yufkası, elde açılmıştır ama benim tarafımdan değil elbette. Özel bir tarifi yok, içine ne seviyorsanız koyabilirsiniz. Kıymalı böreklerden pek hazzetmiyorum. Ispanaklı-peynirli, patatesli olanlar favorim. Resimdeki börek otlu-peynirli olanından. Ispanağın yanısıra, buzdolabımın ıssız steplerinde kaderine terkedilmiş yeşillikler de var içinde. Eşim buzdolabı üzerindeki kontrolümden hep şikayet etmiştir. Arada bir kendisi el atar, beni kurtarır. Kurtarma demişken, bugün brokolinin üzerinde gördüğüm yeşil mi yeşil, kıvrım kıvrım bir kurttan da kurtardı beni :)) Kahramanımm !
Böreğe dönecek olursak; otlu bir iç hazırladığımda, kavurmadan koymayı tercih ediyorum. Ispanak veya pazı ana malzemem olduğunda, ince ince doğradıktan sonra hafif tuzlayıp suyunu salmasını sağlıyorum ve o şekilde kullanıyorum. Ispanağa, ısırganotu, dereotu, maydanoz, yeşil soğan vb otlar çok yakışıyor. Yufkaları ıslatmak içinse, o gün böreğin nasıl olmasını istiyorsam ona göre bir karışım hazırlıyorum. Yumuşak börekler için süt ağırlıklı, çıtır börekler içinse sıvıyağ ağırlıklı oluyor bu karışımlar.
Gelelim tarifimize:
  • 3 adet yufka
  • Yarım kg ıspanak
  • Yarım demet maydanoz
  • Yarım demet diğer otlar (tercihe göre)
  • 3-4 dal yeşil soğan
  • 100-150 gr peynir ( lor, beyaz peynir, ne varsa)
  • Tuz, pul biber, karabiber (alerji yaptığı için koyamıyorum)

Islatmak için:

  • 3 yumurta (İkisinin sarısı üzerine sürülecek)
  • 1 su bardağı sıvıyağ
  • 1 su bardağı süt

İç malzemeyi hazırlamak için, ıspanaklar ince ince kıyılır. Üzerine bir miktar tuz ekilip beş dakika kadar suyunu salması için beklenir. Suyunu salınca, su süzdürülür, ıspanaklar hafifçe sıkılır. Diğer otlar ve yeşil soğan da kıyılarak eklenir. Peynir ve baharatlar eklenerek iç hazır edilir.

Yufkaları istediğimiz gibi döşemek mümkün, ben bu kez yufkaları ikiye bölüp, araya harcını koyup rulo yaptım ve yuvarlak teflon kalıbıma dış kenardan başlayarak döşedim. Yufkaları harcı koymadan ve sarmadan önce ıslatabiliriz, ama bazen üşenince en son üzerine dökmeyi tercih ediyorum. Bu durumda pişirmeden önce en az yarım saat buzdolabında dinlendiriyorum ki, yufkalar karışımı emsin. En son yumurta sarısını sürüp, bolca susam serpilir. Susam böreğe çok yakışıyor.

Benim fırınımda (turbo fırın), börek 180 C'de çok güzel pişiyor, içi kesinlikle ıslak kalmıyor. Yaklaşık 40 dakika kadar pişiriyorum. Sıcakken servis edilmesini öneririm ama ben tüm börekleri soğuk yemeyi seviyorum. Hatta buzdolabından çıkardığımda, eşim için ısıtıyorum ama kendi yiyeceklerimi ısıtmadan sofraya koyuyorum.

Afiyet olsun ...

Ürkek Bir Merhaba

Yazma hevesiyle başladı herşey... Otuz senedir okumaktaydım, başka kalemlerden dökülen hikayeleri, başka bir hayal dünyasının kahramanlarını okumaktaydım. Bir gün bana fısıldayan kelimeleri yavaş yavaş parmaklarımdan akıtmam gerek dedim. Ahhh büyük yazar olacağım gibi bir güdü değil bu, o bambaşka bir armağan, yazsın diye yaratılmış bir Havva kızı olmak değil. Bazen hüznü, bazen neşeyi, bazen öfkeyi dökmek satırlara, anlat kızım, neyse söylemek istediğin, bu şekilde anlat. Yazma hevesi kadar güçlü olan bir diğer tutku da mutfak. Şeker hamurundan pastalar yapmıyorum, denemedim henüz. Bildiğiniz keklerden yapıyorum, bildiğiniz böreklerden. Hani annemizin elinden çıkan ve soğuk bir günde okuldan eve dönünce kokusu bizi kapıda karşılayan yiyeceklerden... İlk yazı kısacık olsun, blogu oluşturmanın heyecanındayım. Çokkkk yazmak istiyorum, yazmayı da çokkk istiyorum. Görüşmek üzere...