31 Ocak 2010 Pazar

Damalı Pasta

Konu listesine bakan birisi, bu blogu bir yemek tarifi blogu sanabilir ama şu hale bak :) Gevezelikten başka birşey yok. Ehh madem yemek zevkinden yola çıktık, arada bir tarif de eklemek gerek. Tariflere bakanlar, tatlı, kek, pasta konusundaki hastalığımı da hemen farkeder sanırım. Ama söz, yakında tuzlu birşeyler de ekleyeceğim.

Damalı pastayı, Pınar Altuğ kişisinin yemek programı yaptığı dönemde görmüştüm ve hemen denemiştim. Tadı çok özel değil ama görünüşüyle topu 90'a çakabilirsiniz :) Annemlere gittiğim bir vakit, kabul günü için yapmıştım. Annemin misafirleri görünümüne bayılmışlardı, ondan sonra bir daha iflah olmadılar zaten. Ehh benim de vicdanım var yani :) Sızımmm sızımmmm :P

Gelelim tarifimize; pasta için pandispanya kullanıyoruz, dolayısıyla hazır pasta tabanları da kullanılabilir. Ben kendim pişirerek yaptım, öyle tarif edeyim. Gerisi sizinle ve pasta tabanı arasında, ben gayrisine karışmam :)

Sade pandispanya için malzemeler:
  • 3 yumurta
  • 2 kahve fincanı toz şeker
  • 2 kahve fincanı un
  • 1 portakal kabuğu rendesi
  • 1 paket vanilya
  • 1 paket kabartma tozu

Kakaolu pandispanya için malzemeler:

  • Yukarıdaki listeye 3 yemek kaşığı kakao ilave ediliyor (doğal olarak :) )

Islatmak için:

  • 2 portakalın suyu
  • 1 yemek kaşığı toz şeker

Kreması:

  • 4 yemek kaşığı un
  • 750 ml süt
  • 5 yemek kaşığı toz şeker
  • 1 paket vanilya

Süsleme için:

  • Bilumum ıvır zıvır (ben icing glazür denedim, daha da denemem, zor kesiliyor çünkü)
Pandispanya için, yumurtaları şekerle çırpıp, un ve diğer malzemeleri ekleyip, iki ayrı pandispanya pişiriyoruz. (170 C'de pişecek) Hazır kullanacaksanız, elinizde dört tane kat olacak ve kalın geleceği için birini ayırmanızı öneririm. Benim pandispanyalar çok kalın olmadığı için ben enine ikiye bölmedim.

Bir tatlı tabağı ve su bardağı kullanarak, pandispanyalardan düzgün daireler kesiyoruz. Aşağıdaki resimlerde gördüğünüz gibi, sırasıyla birbiri içine geçecek şekilde yerleştiriyoruz. Pastanın alt tabanında örneğin, büyük daire kakaolu ise, bir içindeki sade ve ortası yine kakaolu olacak şekilde ayarlamamız gerekiyor. Kesme sırasında, parçalanmamasına özen gösteriniz. Pastayı servis edeceğiniz tabağa, büyük dairelerden birini koyup, ıslatmak için hazırladığımız şerbetle ıslatıyoruz. Sonra iç kısmına kremamızdan az bir miktar sürerek, 2. parçayı koyuyoruz. Onu da ıslatıp, kenarlarına krema sürüyoruz ve en ortaya gelecek küçük parçayı yerleştiriyoruz. Onu da ıslatıyoruz. Bu şekilde pastamızın 1. katı hazırlanmış oluyor.



Aynı şekilde 2. katı da hazırlayacağız. Ama 2. kata başlarken, 1. katın üzerine, kremamızdan sürüyoruz. Bu kremanın özelliği, çok kıvamlı ve yapışkan olması. Çok fazla sürmeyin, keserken, benimki gibi taşma yapabilir, görüntüsü bozulabilir. Kremanın üzerine 2. katı yapmaya başlıyoruz. Aynı şekilde parçaları yerleştirip, ıslatma ve kremayla yapıştırma işlemini yapıyoruz.

Kremanın kalanıyla pastanın dışını güzelce kaplıyoruz. Üstünü dilediğimiz gibi süslüyoruz. Ben denemek için hazır icing glazür kullandım ama keserken çok katılaştığı için sorun çıkardı. Üstünü, portakal kabuğu reçeli ile süsledim. Buzdolabında 1 gece beklerse ertesi gün çok güzel oluyor.Benim gibi sabırsız bir hatunsanız, resimdeki gibi oluyor :))


Bir daha yaparsam, krema yerine kıvamlı bir kremşanti ile deneyeceğim.

Offf yemek tarifi yazarken sıkıldım vallahi. Yok anacım yok, ben güldürüşlü yazıların insanıyım, arada bir yemek yazarım ama ben sanırım o becerikli blog hanımlarından da değilim. Git kızım, paşa paşa yazını yaz, arada bir de ayıp olmasın diye ekle bir tarif.
Şaşıp da tarifimi denerseniz, şimdiden afiyet olsun efendim. Siz bana bakmayın, tarif denenmiştir ve epeyce zaman önce afiyetle mideye forward edilmiştir. :) Bu da Ocak ayının son yazısı olsun, ohhh sefamm olsun ohhh ohhh :) Pai pai

30 Ocak 2010 Cumartesi

İşte Bennn, Tüm İlginçliğimle :))

Sevgili blog arkadaşım Peren , "kendiniz hakkında 7 ilginç şey" konusunda beni mimlemiş. İlginç biri miyim, hele de 7 adet ilginçlik bulabilir miyim bilmiyorum. Ya nasip :)

1) İkizler burcunun en pis özelliklerini taşıyorum, üstelik de Yengeç burcuna dakikalar kala İkizler burcu olmayı başaran birisiyim. Sabırsızlık bende, acele bende, değişken ruh hali bende, ani karar alma bende, kafaya koyduğunu yapana kadar huzur bulmamak bende. Tamam tamam, yıldızlara haksızlık etmeyeyim, bana katkısı da yok değil. Çok neşeliyim mesela, çok şirinim (bakınız bir önceki yazı) , kalemim ehh fena değil :)
2) Olumsuz duygularımı hemen derimin altında, çok yüzeysel yaşarım. Üzüntüm, öfkem, heyecanım, öç alma duygum, kinim beş dakikalıktır, kolayca unuturum. Sevince çok severim, çok bağlanırım, çok affederim amaaaa üç korner bir penaltı kuralını da unutmam. Gereken yerde sevimsiz olmayı da becerebilirim.
3) İyi bir müzik kulağım olmasına karşın, kötü bir sese ve sıfır enstrüman çalma yeteneğine sahibim. Çocukken babamın binbir hevesle aldığı mandolini, sonuçta babam çalmak zorunda kalmıştı. Blokflüt olayından hiç bahsetmeyeyim. Müzik konusunda da saplantılarım var maalesef. Güzel olan her müziği dinlerim diyemiyorum. Metal olacak, rock olacak ya da çok özel bir ses veya şarkı olacak. Sevgili Depresan sayesinde tanıdığım Lhasa gibi mesela.
4) Ofsaytı tanımlayacak kadar futboldan anlarım. Üniversite yıllarında Trabzonspor dergisine yazı yazıyordum. Eve gelen hayran telefonlarının sayısını hatırlamıyorum :) O zamanlar fanatizm boyutunda ilgileniyordum. Odamın tüm duvarları Trabzonspor posterleriyle kaplıydı, 1 cm2 boş yer olmamak üzere. Kalan her yerin bordo-mavi olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bir gün odamın kırılan camını değiştirmeye gelen camcı, anneme “sizin oğlan çok fanatik galiba” demiş. Annem “oğlum değil kızım” demeye biraz utanmış . O zamanlar en büyük korkum TS’lu olmayan biriyle, mesela bir FB’li ile evlenmekti. Neyse ki Allah yüzüme baktı , karşıma Trabzonlu olmamasına rağmen TS’u tutan eşimi çıkarttı da, evde kalmaktan kurtulduk. Halen çok seviyorum takımımı, eskisi gibi fanatizm boyutunda değilim ama yenildiğimizde Pazar akşamları TV açmak istemiyorum. Yaşasın Cnbc-e :D
5) Oyy oyyy, çok ilginç değilmişim, yazmaya zorlandım :) Daha 3 madde yazacağız, dur bakalım ne çıkacak.
6) Çok maymun iştahlıyım, herşeye heves edip sonra da çabucak sıkılan biriyim. Hayat kısa ve yapılacak çok şey var ve ben hepsini denemek istiyorum ve başladıktan sonra da sıkılıyorum. Yarım kalan Rusça kursu, yarım kalan örgüler (yarımları birleştirsem bir şey olur mu acaba), yarım kalan ahşap boyama merakı vs vs. Blog yazmayı uzun zamandır istiyordum ama onu da yarım bırakırım diye sürekli erteledim. Yani kısacası her an her şey olabilir . Vazgeçmediğim tek şey, maymun iştahlılığım diyebiliriz. İspanyolca’ya da mı başlasam acaba :)
7) Hani derler ya, uyurken ölmek isterim diye, ben yemek yaparken ölmek isterim. Çok hoşuma gidiyor mutfakta çalışmak ve de yaptıklarımı ikram etmek. Şöyle kocaman bir mutfağım olsa, sabahtan akşama kadar yemek yapsam, kurabiye, kek pişirsem… Bir de yiyip yiyip kilo almasam. (İsviçreli bilim adamlarını tekrardan kınamak istiyorum)
8) Bu kısmı Peren’den kopya çekeyim. Ben işimi çok seviyorum. Çocukken arkeolog, gazeteci, mühendis her bir şeyi olmak istiyordum. Şimdiki işim sayesinde; bir arkeolog kadar araştırmacı, bir gazeteci kadar sosyal ve bir mühendis kadar manyak olmam :P mümkün. Çalışmayı çok seviyorum, işimi ofiste ve sahada icra ederken çok zevk alıyorum.
9) Kitapları, satırların altını çizerek okuyanlardan olamadım hiç. Çok hızlı okurum ama anlayarak okurum. Yazar da bana yardımcı olacak şekilde, paragrafları fazlaca uzun tutmadıysa, isimler çok karışık değilse hiçbir şeyi kaçırmadan okuyabilirim. Beni en çok zorlayan, Emile Zola’nın Nana, Pınar Kür’ün Bir Cinayet Romanı kitapları olmuştur. Nana’yı en az on kez denemişimdir ama 21. sayfasını aşmayı kesinlikle başaramadım. O isimler ne öyle yaaa :)
10) Korkunç bir hafızaya sahibim, olayları, insanları, tarihleri, mekanları her detayıyla etiketleyerek hatırlarım. Son birkaç yılda kendimi bu konuda biraz terbiye etmeye çalıştım, çünkü her şeyi hatırlamak çok yorucu oluyor. Harddiskim ne zaman error verecek acaba, merak ediyorum.
11) veee tabii ki merakım :) Herşeyi merak eden, azıcık öğrenince de hevesi geçen ben :D Yukarıdaki resimde, kendisini ilginç sanan, meraklı ama sıkılgan vatandaşın, 5 aylık hali yer almaktadır.

Efendim, hepsi budur, arzederim. Ben de sevgili Casminella, Damla Sakızı, Depresan ve Hülya'yı mimlemek istiyorum.

Çoktandır tarif ekleyemedim, sırada damalı pasta, profiterol, ekşili çorba, sürpriz top kek, kokostar vs vs var, fırsat buldukça ekleyeceğim inşallah. Şimdi ben kaçar, hava öyle güzel ki, biraz güneş ışığı altında yürümek istiyorum. Pai pai :)

24 Ocak 2010 Pazar

Mola

Bir iş seyahati sebebiyle dükkanımız beş gün kapalı olacaktır :) Görüşmek üzere, pai pai

22 Ocak 2010 Cuma

Yalannn, Yalann Söylüyorsun :)

Yalan söylemeyi sevmeyiz, söyleyeni de sevmeyiz. Ama bazen söylemek istediklerimizi söyleyemeyiz. Dil başka söylerken akıldan geçenler başkadır. Günlük hayatımızda karşılaştığımız durumları yorumlamak istedim. Bu yazıyı geçen hafta yazmıştım, kötü haberi almadan hemen önce bloga eklemiştim. Sonra içim acırken, burada sırıtan bir yazı görmeye dayanamayıp kaldırmıştım. Tekrar eklemek istedim, çünkü tebessüm ettikçe insan kendisini daha iyi hissediyor. Bu arada yukarıdaki balonu, kısıtlı imkanlarımla, kendi öz paint'imle yaptım :)) Beğendiniz dimi, beğenmediyseniz de beğendim diyin lütfen, kendi fikrinizi düşünme balonunuza saklayın :)

İşte tipik Türk usulü günlük durumlar :
  • Ben de şimdi tam seni arayacaktım. (Kontörüm olsaydı belki)

  • Su içsem yarıyor (Memleketin suları sadece kireçli değil kalorili de)

  • Bu kıyafet tam size göre hanımefendi ( İki beden daha zayıf olsaydınız mesela)

  • MSN kullanmıyorum, zamanım olmuyor (FB’ta hasat yapmaktan olmasın)

  • İyi derecede İngilizcem var ( Anlıyorum ama konuşamıyorum)

  • Sizden hiç elektrik alamadım (Tipin hiçbir şeye benzemiyor, ne demeye bana talip oluyorsun 1)

  • Seni hep arkadaşım olarak gördüm, başka gözle bakamam. (Tipin hiçbir şeye benzemiyor, ne demeye bana talip oluyorsun 2)

  • Çok şirinsin (ama tipsizsin)

  • Kilolu değilim, balıketliyim. (Evet ama 20 kg önce)

  • Obua çalarak maraton koşuyorum (Bunun alakası yok, araya reklam aldım :D )

  • Hiç de çalışmamıştım, nasıl 90 aldım, anlayamadım (İneklemekten şaftım kaydı)

  • Aşkım ne önemi var paranın, mücevherin ? Aşkımız yeter bana. ( O tek taşı almadan gel de bak ne yapıyorum)

  • Albüm satışlarından çok memnunum, hayranlarım büyük ilgi gösterdi. (Korsanda en çok benimki satılıyor)

  • Sürekli okurum. (15 aydır aynı kitabı okuyorum)

  • Sizi ailecek büyük beğeniyle dinliyoruz (Adı neydi bu şırfıntının?)

  • Karşıma hiç senin gibi biri çıkmadı, çok farklısın (Saftiriklikte bir numarasın)

  • Yalan söyleyenlerden nefret ederim. (Ben o kadar çok söylüyorum ki, bir de seninkileri takip edemem)

  • İşimiz gücümüz vatana hizmet ( Daha verilecek çok ihale var)

  • Sen Türkiye’sin, büyük düşün. (Kömür torbaları daha büyük olacak, vallahi sözz)

  • Benim gol atmam önemli değil, önemli olan takımın kazanması ( Egom tavanda, karşıdaki dağlar var ya, ben şeyetmiştim onları)

  • Şampiyon olmamız için kalan maçların hepsini kazanmamız lazım (Ama nasıl becereceğiz bilmiyorum)

  • Yabancılarla oynanan maçlarda Türk takımlarını desteklerim. (Rakiplerini daha çok ama :D)

  • Gerçekten çok sevdiğim bir sanatçı arkadaşım gelecek şimdi, onu gerçekten çok çok seviyorum. (Sahteliğim dışarıdan belli oluyor mu acaba)

  • Recep İvedik izlemiyorum, çok basit esprileri var (Kendim zaten onun gibiyim, ne diye güleyim uleyn)

  • Tiyatroya, operaya bayılırım. (Ayılmamacasına…)

  • Ben küçükkene çok zekiydim, tam fırlamaydım. ( Hulusi Kentmen’i dedem sanıyordum, o sayılır mı acaba?)

  • Elektriğimiz kaçak değil, farkında değiliz valla ( Özbeöz kendi Türk barajımızın elektriği işte, yalan mı söylüyoruz)

  • Laiklik benim teminatım altındadır. (Daha ne olsun !)




Zaman zaman yazılarımda bazı karikatürler kullanıyorum. 13 senedir Leman okuruyum, sonra Penguen'imiz doğdu, sonra Uykusuz, sonra yeniden Gırgır. Her haftasonu keyif yaparken bu dörtlü mutlaka yanımda oluyor. Lütfen siz de destek verin. 1 paket sigara fiyatına bu dört dergiyi her hafta okuma şansınız var. Hayata çizgilerin gözünden gülerek bakmak harika bir fırsat. Yalanla ilgili yazı yazdık ama bu son paragraf yalan değil haaa :))

Ben döndüm, hoşgeldim. Pai pai :)

19 Ocak 2010 Salı

Benim Bir Sorum Var !

Yine eski yazılardan bir derleme yaptım. Yeni şeyler yazmak istiyorum, neşeli şeyler, güldüren şeyler. İnsanlar okuduğunda, birkaç dakika bile olsa gülebilsin, bir sonraki yazı için heyecan duysun. Bu kadar mizah var mı ki hayatın içinde? Bize bağlı sanırım. Ben yasımı da kendim gibi olarak tutmaya karar verdim. Benim hayatımda mizah olmalı, gülmeliyim, güldürmeliyim. Ben hayatın gülen tarafı olmalıyım, bendeki renkler siyah olmamalı, çingene pembesi olmalı, limon sarısı olmalı, çivit mavisi olmalı. Olacak, söz... Bir sonraki yazıda yine ben olacağım. Şimdi soruların zamanı ...

Bazı sorular vardır, cevabını bulmak için sürekli düşünürsünüz ama bulamazsınız. Seçenekli yaparsınız cevapları ama yine de iki şıkkın altına inemezsiniz. İşte böyle sorularım var benim, düşündüğüm ama cevabını bulamadığım, düşündüğüm ama çelişkide kaldığım…

İşte benim sorularım:

  • İnsanı en çok kıran ve üzenler, neden hep en yakınındakilerdir?
  • İnsan neden yaşayacağı hayatı değil de, emekliliğinde geçireceği günleri hayal eder?
  • İnsan istediği her şeye neden aynı anda sahip olamaz?
  • Neden yalandan en çok nefret edenler en çok yalan söyleyenlerdir?
  • Paranın varlığı da yokluğu da dert ise, orta halli olanların da mutsuz olmasının sebebi nedir?
  • İnsan, kurgu olduğunu bile bile neden kendini filmlere kaptırır?
  • Sevgi ve aşk neden bu denli ucuzlamıştır ya da neden paraya endekslenmiştir?
  • İnsan hayatını çocuğuna göre mi yaşar, yoksa çocuğunu hayatına mı dahil eder?
  • İnsan iltifatla eleştiriyi neden aynı şekilde karşılayamaz?
  • Her gün yaptığında tane tane olan pilav, misafir davet ettiğinde neden lapa olur?
  • Hayat boş dememize rağmen, o gün işi gücü boşverip de niye kendimizi olmak istediğimiz yere götürmeyiz?
  • Tozşeker poşeti neden her defasında delik çıkar ve dökülür?
  • Bazı günler telefon bir kez bile çalmazken bazen neden herkes aynı anda arar?
  • Reçel tatlı bir şey olduğu halde, neden herkes reçelin en ekşi olanlarını sever?
  • En çok para harcadığımız eşyalar neden en az kullandıklarımız olur?
  • Neden bazı illerimiz için “……dan adam çıkmaz” denir? Böyle bir istatistiksel çalışma mı yapılmıştır?
  • Neden bazı insanlar aldıkları kararları hayata geçirebilirken, büyük çoğunluk sadece konuşmakta ve imkansızlıktan hayıflanmaktadır?
  • Dolmuşta “müsait yerde inecek var “ demek ne bu kadar zordur ve sesimiz her defasında bize ait değilmiş gibi çıkar?
  • Başarıları kendimize ve yeteneklerimize bağlarken, başarısızlıklarımız için neden suçlayacak birilerini ararız?
  • Neden bazen her şey toptan kötü gider, neye el atsak elimizde kalır?
  • Neden çok güldüğümüzde arkasından mutlaka kötü bir haber alacağımıza inanırız?
  • İnsanlar neden anlamını bilmedikleri ve hatta telaffuz etmeyi başaramadıkları kelimeleri cümle içinde kullanır?
  • Vatan, millet, millete hizmet diyenlerin bunca hıyanet içinde olması nedendir?
  • Aldığı asgari ücrete itiraz etmek aklına gelmezken, Mehmet Topuz’un transferde aldığı ücreti az bulan vatandaş, Allah’ın verdiği akıl ve mantığı hangi ara kaybetmiştir?
  • Hayatını devletin belirlediği mesai saatleri arasına hapsetmenin neresi “hayat garantisidir” ?
  • Bu dünyaya gelmeyi biz seçtiysek, neden hiçbirimiz buna söz verdiğimizi hatırlamıyoruz?
  • Bir telefon açmak, herkes gibi bir duvara mesaj yazmaktan daha mı zordur?
  • TS bir gün tekrar şampiyon olabilmeyi, FB, Türkiye kupası alabilmeyi, Deniz Baykal iktidar olabilmeyi, Fatih Terim alçakgönüllü olabilmeyi, dinci tayfası asker paranoyasından kurtulabilmeyi, Mutlucuk “çüçüt” yerine “küçük” diyebilmeyi, Derya Baykal pırasadan şal örebilmeyi, Yemekteyiz yarışmasına katılan halkım cümle kurabilmeyi, M.Ali Birand Mardin’e Mardin diyebilmeyi, Ekonomiden Sorunlu Devlet Bakanı, işsizlik artarken % 9,3 büyümeyi açıklayabilmeyi başarabilir mi bir gün?

Ne dersiniz? Sizin cevabınız var mı?

18 Ocak 2010 Pazartesi

Omuz

OMUZ

Yaradan iki tane ayak vermiş,
Üzerinde durabilmek için,
Ayakta kalabilmek için.
Bir de omurga koymuş üstüne,
Dik durabilmek için,
İnsan gibi durabilmek için.
İki göz vermiş,
Hem çirkini görmek
Hem güzeli seçmek için.
İki kulak vermiş,
Herşeyi duymak için,
Dostun sesini seçmek için.
Bir beyin vermiş,
Düşünebilmek için,
Hata yapmamak için,
Bir dil vermiş,
Her sözü diyebilmek için,
Seni seviyorum diyebilmek için
Bir de kalp vermiş Yaradan,
Yaşamak için, sevmek için,
İki de omuz vermiş insana,
Dosta destek çıkmak için,
Gözyaşına mendil olmak için...

Sen de omuz ver dostuna
O da ayakta kalsın, dik dursun
O da güzeli görsün, iyiyi duysun
O da düşünsün, o da bilsin
O da seviyorum desin
Sıkıca sarıl sahip olduklarına, sımsıkı sarıl

18.03.2009'da, geceyarısı denemelerinden ...

Öyle işte ...

14 Ocak 2010 Perşembe

Hiç

Ben siyah beyaz resimlerine bakarken onun, dayımın ölüm haberini aldım. Hayat iyi gitmedi onun için, iyi de bitmedi. Gittiğin yerde huzur bul dayıcım...

12 Ocak 2010 Salı

Bugün Hiç Gelişesim Yok...

Enerji tasarrufu haftası için yaptığım planı bugün uygulayamadım. Sabahtan akşama kadar bir şekilde oradan oraya koşturduk. Oysa resimdeki panda gibi öööööylece yatasım var. O yüzden bugün yazı yazamadım, eskilerden birini güncelledim. Nasıl yoruldum nasıl yoruldum :)) İşte kendisi, yani yazım :)) Bugün Hiç Gelişesim Yok :)

Mükemmel bir birey olmak için ya da kariyerimizde istediğimiz gibi ilerlemek için elimizden geleni yapıyoruz. Okuyoruz, seminerden seminere koşuyoruz, uymamız gereken 20 maddelik, 50 maddelik listelere sahibiz.

Amannn bazen sizin de sıkıldığınız olmuyor mu? Ne yalan söyleyeyim benim oluyor. Öyle zamanlar için hazırladığım bir listem bile var :) İşte benim kişisel gelişim önerilerim :

1. Sabah saati kurmayın, ne zaman uyanırsanız o zaman kalkın. Uyanınca da hemen kalkmayın, gerine gerine gevşeyin iyice. Bu arada tabii ki zaman yönetimini tamamen boş vermiyoruz. Ne yapıyoruz peki? Zaman kaybetmiyoruz, işe neden geç kaldığımızla ilgili güzel mazeretler düşünüyoruz.
2. Ne giyeceğinize karar vermek zor dimi? Öyle akşamdan düşünmenize gerek yok. Pratikliğinizi arttırın ve hayatınıza heyecan katın. Mesela servise binmenize on dakika kala halen ne giyeceğinize karar verememiş olmanın heyecanını yaşayın, adrenalininizi yükseltin.
3. Evde kahvaltıyla zaman harcamayın. Peynir, simit, çay bermuda şeytan üçgeni emrinizde. Hem işyerindeki ilk bir saatte çalışmak mümkün olmaz. Uykunuz açılırken kahvaltınızı da edebilirsiniz. Ama dikkat !!! Susamları, uyku sersemliğiyle klavyenin üzerine dökmeyin, çıkarması çok zor oluyor. İşyerinde saç kurutma makinası bulundurmuyorsanız susamlardan kurtulamayabilirsiniz.
4. Ne de çok e-posta gelmiş değil mi? Bir sürü FW: yazan e-posta var, okumasanız da olur. Ama ya ilginçse? Siz üşenmeyin, tek tek bakın. Her bir pps’yi açın, içindeki her bir animasyonu çalıştırın. Acele etmeyin, yavaş yavaş hepsini okuyun. Aaaa bir de geri gönderirsen dostumsun, göndermezsen Allah dikelek etsin tarzı e-postalar var. Onları ne yapsak, göndersek zaman kaybı olacak. Göndermezsek ??? Gönderelim gönderelim. Kriz var zaten, her an kapıda bulabilirim kendimi, Kızılderili laneti de kapak olmasın buna şimdi.
5. Akşamki dizileri ve maçları tartışmadan sakın işe başlamayın. Birbirinize hoşşik, dipçik gibisin haaa deyip gülün. Bugün kıyafetini beğenmedim, fiyasko, 2 puan diyip neşenizi bulun. Fenerli arkadaşlarınızı arayıp, “23 Nisanda Türkiye Kupası ile bir tur atmanıza izin vereceklermiş” deyin.
6. MSN oturumunuzu hemen açın. Ruh halinize uygun bir ileti düşünün. Acele etmeyin, nasıl bir ruh halinde olduğunuza karar verin. Mutlu musunuz, sevgilinize gönderme mi yapacaksınız, yoksa hayata toptan sallayıp “hayaaatttt beni neden yoruyorsun” mu diyeceksiniz? Diyelim ki orijinal bir şey bulamadınız, arama motorları ne güne duruyor efendim. Hemen yazacaksın motora, önüne gelecek çeşit çeşit ileti. Esprili mi olacak, günün sözü mü olacak? Hayatımız ne zor değil mi? İleti bile ilgi istiyor, 24 saat insana yeter mi hiç !!!
7. Facebook’taki videoları da tek tek izleyin. “Mutlaka izleyin olumm, gülmekten yarldım ehehe” yazanları özellikle atlamayın, atlamayın ki, o saçmalıklara niye yarıldıklarını düşünerek de zaman geçirebilesiniz.
8. Çiftliğinizdeki pembe inekleri sağın, çilekleri toplayın, arkadaşınızın bahçesini gübreleyin. Üç beş kişiye kalp, hediye ıvır zıvır gönderin. Bildirim olsun diye her bir şeye yorum yazın, beğenin.
9. Masanızı toplamayın, üst üste koyduğunuz dosyalar hangi noktada devrilecek diye bir deneme yapın.
10. Kendinizi motive etmek için masanıza kendi resminizi koyun. Nasıl olsa herkesin , her nasılsa Angelina Jolie ya da George Clooney gibi çıkmayı başardığı bir resmi vardır. Siz de o resminizi bulun. Kimse size iltifat etmiyorsa, siz resminize bakıp bakıp “ yok canım, ben aslında epeyce bi güzelim, baksana şu ifadeye “ deyip kendinizi iyi hissedin.
11. Yapacaklarınızı unutmamak için not alın derler ya, işte bu hafıza kullanımını körelten başlıca hatalardan biridir. Hiçbir şeyi yazmayın, hepsini aklınızda tutun, tutamıyorsanız zaten o , akılda tutulası bir şey değildir. Ajandayı sadece patronun, müşterilerin vb önemli kişilerin yanında kullanın, onda da çeşitli üçgenler, daireler çizin, sonra bunlara bakıp anlamlı bir resim ortaya çıkmış mı diye inceleyin.
12. MSN listenizdeki samimi arkadaşlarınıza arada bir titreşim kıpraşım gönderin. Ama durumunuzu “meşgul” veya “dışarıda” olarak ayarlamayı unutmayın. Burada “akşam yemeğinde”, “başka bir geyikte” ya da “fikr-i firarda” seçeneği koymayan ama çevrimiçi olur olmaz hepimizi “uygun”, “boşta” , “geyik çevrilebilir” diye gösteren Microsoft’u eleştirmeden geçemeyeceğim.
13. Oyun sitelerine veya forumlara üye olun. Çalışırken bir yandan bunlarla da ilgilenebilirsiniz. Forumlarda her konuya “çok güzeldi, paylaşım için teşekkürler ehuehu “ yazın.
14. Eşinizi veya sevgilinizi çalışırken ihmal etmeyin. SMS gönderin ! Cevap vermezse küsün, tribal enfeksiyon yaşayın, hayatınıza Yaprak Dökümü lezzeti katın.
15. Kişisel gelişiminiz için okumaya zaman ayırın. “Sen ne muhteşem bir şeysin, yeteneğe lüzum yok, istersen dağlar dağlar, yerinden oynar oynar “ mesajlarını dikkate alın. Üzerinizdeki ağırlık, içinizde saklı kalan David Beckham’dan ya da Nicole Kidman’dan kaynaklanıyor olabilir. Çıkartın ortaya kurtulun !!!
16. İletişimle zaman kaybetmeyin. Karşıdakinin ne anlattığını anlamak için cümlesini bitirmesine izin vermeyin. Leb demeden leblebiyi anlayan bir insan olun. Karşıdakilerin sözlerini cımbızlayın, seçtiğiniz kelimelere takılıp kalın. Size öyle bir sinir olsunlar ki, kimse iletişim kurmasın ve siz zaman kazanmış olun. Kazandığınız zamanda çiftliğinizde bulduğunuz hayvanları evlat edinebilir ya da beyninizin kaç gr çektiğini öğrenebilirsiniz.

Ayyy kopyala yapıştır yaparken bile yoruldum. Siz de gidin yatın uyuyun, hareketsiz kalın. İyi geceler, XO XO

11 Ocak 2010 Pazartesi

Enerji Tasarrufu Haftası :)

Selamlar kafası karışık ülkemin yorgun insanları. Hepimizin gözüaydın. Bu hafta enerji tasarrufu haftası. Kendimi çok kaptırdım, şu an karanlıkta yazıyorum, hatta laptopun fişini çektim, pilden idare ediyorum :)) Ben bu haftayı kendi çapımda (epeyce bir çap anlamına geliyor :P) kutlamaya karar verdim. Bu hafta işten güçten kaytaracağım, kendi kişisel enerjimi tasarruf edeceğim. Biriken kitaplarımı 3 cümle / dakika hızında okuyup, bu esnada kaybettiğim enerjiyi de geçen hafta yaptığım kuru incir reçeliyle telafi edeceğim. Ayrıca haberleri izlemeyip, haberler esnasında ettiğim küfürleri (Allah affetsin) etmeyerek epeyce enerji biriktireceğim.

Hamiş: Sevgili patronum lütfen doğrudan bir alttaki yazıya geçsin, bu kısmı okumasın.

Kızım altı üstü bir reçel, bir krep (ama nutellalı ama muzlu ama ama :)) ) ve bir zeytin tarifi yapacaksın, çabuk yap aman yaz dimi :)) Tamam tamam , hemen yazıyorum. Bu kadar kafası karışmış bir blog olur mu? Bir memleket meselesi, üstüne reçel tarifi, sonra masumiyet pehhhh ... Ama ben başta yazmıştım, İkizler burcuyum diye uyarmıştım. Her an herşeyden bahsedebilirim. Kek tarifinin ortasında sıkılıp başka birşey de yazabilirim. Seven böyle sevsin kardeşim, git gel akıllıyım, deliyim doluyum, kısa süreliğine depresif, mütemadiyen neşeliyim :)) Blogun tıklanma sayısını onar onar artıran sayaca saydıracak kadar ağzı bozuk, birbirinden değerli blog arkadaşlarımın yorumlarına cevap yazarken de şirinim. Offf bu akşam Merkür mü kıpraşıyor yine, bir öyleyim bir böyle? Hadi ben fazla enerji harcamadan şu tariflerimi yazayım.

İlk resimdeki kuru incir reçelini geçen hafta yaptım. Bekarken aynı evde kaldığım canım arkadaşım Selçin'in annesi göndermişti bize. Mahrumiyet bölgesi kabul edilebilecek kadar boş olan buzdolabımıza giren Kaşıkçı elması gibi birşeydi. Dibini bulmamız uzun sürmedi. O günden sonra da yemek de yapmak da nasip olmadı. Ohoooo kızım gene toz gaz bulutundan girdin olaya, bize ne bundan ???

Malzemeleri şöyle efendim:
  • 1 kg kuru incir (den 2 adet eksik, onları doğrarken ben yedim, itirafımdır, arz ederim)
  • 3,5 su bardağı su
  • 3,5 su bardağı tozşeker
  • 1 tatlı kaşığı dolusu limontuzu

İncirleri yıkayıp tavla zarı (aahhh hep bunu cümle içinde kullanmak istemişimdir :P) büyüklüğünde değil, 4-5 parçaya bölecek şekilde doğruyoruz. Su ve şekeri karıştırarak koyulaşana kadar kaynatıyoruz. Şerbet koyulaşınca incirleri ekleyip, incirler iyice yumuşayıp dağılana kadar (yaklaşık yarım saat) kaynatıyoruz. Sonlara doğru incir çekirdekleri çok pis sıçrıyor, ellerim nokta nokta yandı. Bu, reçelin piştiği anlamına geliyor :) Limontuzunu ekleyip 3-5 dk tıkırdatıyoruz. Altını kapatıp soğuyana kadar bekletip temiz ve kuru cam kavanozlara dolduruyoruz.

Gelelim şu krep tarifine:

Pazar sabahı kahvaltıları her aile için aynı şeyi ifade eder sanırım. Uzun ve telaşsız kahvaltı edilir, anne mutlaka bir hamurişi yapar, gazete kavgası yapılır. O kahvaltı hiç bitmesin istenir. Biz de iki kişiyiz ama bu ritüeli sürdürmemize engel olmadı hiç. Pazar kahvaltısı her zaman özel hazırlanır bizde de. Hiçbir şey yapamazsam, yakınlardaki meşhur fırından alınanlarla pansuman yaparız.

Bu krepleri de geçen pazar yaptım. Buzluktan börek indirecektim ama unutunca son dakika acil birşeyler yapayım dedim. Çoktandır da yapmamıştım. Herkesin bir krep tarifi vardır mutlaka, ben çok sık yapmamakla beraber, bu tarifi her yaptığımda iyi sonuç alırım.

Malzemeler:

  • 2 yumurta
  • 2 su bardağı süt
  • 2 su bardağı un
  • Bir fiske tuz
  • 1 yemek kaşığı sıvıyağ (krebin içine)
  • Tavayı yağlamak için de çok az sıvıyağ

Yumurta, süt, tuz, un ve sıvıyağı çırparak akıcı ve pürüzsüz bir karışım elde ediyoruz. Çok az sıvıyağı, iyice kızdırdığımız krep tavasına sürüyoruz. (Sadece başlangıçta, her krepte yağlamanıza gerek yok) Bir kepçe ile aldığımız krep hamurunu, kızgın tavaya incecik bir tabak şeklinde döküyoruz. Tavayı hareket ettirerek hamurun düzgün yayılmasını sağlıyoruz. Önlü arkalı (yaklaşık ikişer dk) pişiriyoruz. Bu ölçülerle 8 adet krep çıkıyor. Tavanızın büyüklüğüne göre değişebilir. Benimki naa şuncacık bir tavaydı :))

Sonrası size kalmış efendim, isterseniz peynir, zeytinle yersiniz. İsterseniz arasına krem peynir ve yeşillik koyarsınız. İsterseniz kıymalı, ıspanaklı vb harçlar yapıp dürüm şeklinde sarar yersiniz. Ya da aşağıdaki günah kavanozundan alınan muhteşem çikolatayı krebinizin bir yüzüne sürüp, üstüne muz koyup sarar, üstüne de utanmadan bal gezdirirsiniz. Off offf , diyeceksiniz ki, madem favorin bu, hani resmi? Yaptım ama resmi çekmekle uğraşamayacak kadar tüketimle meşguldüm. :) Lütfen birisi kalorisiz nutella yapsın, ama tadı, kokusu aynı olacak. Lütfen lütfen :))


veeee yuppiiiii, siyah zeytinlerim de oldu, hatta oldu da bitti oldu nerdeyse :)) Tüm Türkçe ve Dilbilgisi öğretmenlerimden özür diliyorum. Ben böyle değildim, sonradan oldum. Olmak demişken, evet zeytinlerim 2 ay sonunda oldu. Bu sene ilk kez siyah zeytin denedim. 1 kg kadar almıştım, ekim sonu gibiydi sanırım, 2 ayda istediğim kıvama geldi. Yapılışı da çok kolay, hazır zeytinlere göre tadı tuzu süper. Bir daha hazır zeytin alacağımı sanmıyorum.
Yapılışı:
  • 1 kg siyah zeytin
  • 1 su bardağı zeytinyağı
  • 1 çay bardağı üzüm sirkesi
  • 1 su bardağı kaya tuzu
  • 3-4 defne yaprağı

Zeytinlerin saplarını ve ezik çürükleri ayıkladıktan sonra iyice yıkıyoruz. Ağzı sıkıca kapanabilen bir cam kavanozun dibine defne yapraklarını koyuyoruz. Üstüne zeytinlerin yarısını koyup, tuzun yarısını serpiyoruz. Kalan zeytinleri koyup, en üste yine kalan tuzu döküyoruz. Sirke ve yağı ilave edip, ağzını sıkıca kapatıp iyice çalkalıyoruz. Güneş almayan bir yere (musluk altı olabilir) koyup 2-3 ay boyunca, kapağını açmadan, iki günde bir kavanozu iyice çalkalayarak bekletiyoruz. Amaç, sıvının tüm zeytinlere temas etmesini sağlamak. İlk günlerde sıvı seviyesi düşük oluyor ama zamanla zeytinler büzülmeye başlayınca seviye yükseliyor. Zeytinler iyice büzüldüğünde ve suyunun rengi döndüğünde zeytin tatlanmaya başlıyor. Tatlanınca, günlük yiyeceğiniz kadarını alıp ev yapımı zeytininizin zevkini çıkarmaya başlıyorsunuz. Sonra da senelerdir neden yapmadım, niye o tuzlu ve acı zeytinlere dünyanın parasını verdim diye hayıflanıyorsunuz. Biz şanslıyız, zeytin memleketindeyiz. Pazarda en baba zeytin 1,5-2 liraya satıldı bu sene. Az bir malzeme kullanarak, hijyenik ve lezzetli zeytinleri ucuza malediyorsunuz.


Offff enerji tasarrufu yapacaktım ama şimdiden ihlal ettim kutlamalara dair kararlarımı. Ben kutlamalarıma kaldığım yerden devam edeyim efendim, malum, memleketimize her gün "sabotaj bayramı" artık. Bırakın da bu garip vatandaş da kendine kutlayacak birşeyler bulsun.

Pai pai :)

10 Ocak 2010 Pazar

Bir Ekincik Masalı

2008'de keşfettiğimiz bir cennet Ekincik. Arkadaşlarım benden Ekincik'i duymaktan bıkmıştır belki :) Bu süre içinde dört kez gitme fırsatı bulduğumuz Ekincik'e dair iki yazı yazmıştım geçen yıl. Onları paylaşmak istedim bu kez. (İşin kolayına kaçmanın bir başka açıklaması) :D

İlk yazımı; 8 Mayıs 2009'da yazmıştım, üçüncü gidişimizde yani.

*******
Deli bir tempoyla geçti mart ve nisan ayları. Günler nasıl akıp gitti, kredi kartı son ödeme tarihi de olmasa farkına varılamayacak kadar çabuk ve telaşlı. Arzu o günlerde biricik sevdası puzzlebee’den bile ayrıldı. Sabah uyanmalar zorlaşmaya başlayınca, evin patronu Arzu, er kişiye dedi ki, ey işimin patronu, evimin direği, gözümün nuru, bu bünyeler tatil ister. Er kişi de kırmadı Arzu'yu, nereye gitmek istersin dedi. Aynı yere gidince sıkılan, 2 saatten fazla bir yerde duramayan hatun kız, Datça’dan Antalya’ya tüm seçenekleri film şeridi gibi aklından geçirdi. Ama filmin bir noktada sarmasına engel olamadı. Yine Ekincik’e gidelim diyiverdi. Tahir Abi arandı, cennette bir odaya rezervasyon yapıldı. Tatile çıkış günü de anlamlıydı hani, dile kolay, 1 Mayıs ! İşçi kız o gün tatile hazırlık yaptı, patron kişi işe gitti. Hava sıcak mı soğuk mu bilemeyen Arzu, 2 gün için kocaman bir çanta düzdü. Yolda yenecek yeşil erikler, yeni dünyalar, fındık kremalı canpareler ( hatırlatıyorum diyet öncesiydi ) hazırlandı. Poşete konan erikler, gidip gelip tırtıklanmak suretiyle 2 saat içerisinde “bir avuç” seviyesine kadar indirildi. İkindi vakti yola düşüldü. O da ne ! Kırgınlık mı var vücudunda ? Evet kesinlikle var. Olacak iş değil, sen bir senedir ağrıma, gel tatile gittiğin gün sızım sızım sızla. Ahh yirmilik dişim ahhh, yaş oldu nerdeyse yirmibeş :) ama sen daha hala ortalarda yok ! Eeee aspirin boşa mı icat edildi?? Arzu bir aspirini çiğneyiverdi arabada. Aklına çok sevdiği bebe aspirinleri geldi. Üçer beşer şeker niyetine yediği o minik mucizevi haplar.
Muğla 90 km tabelasını görene kadar ağrı da uçup gitti. Her yanı özgürce saran papatyalara, sarı çiçeklere, asfalta meydan okuyan gelinciklere hayran hayran bakıldı. Ormandan gelen kuş seslerine kekik kokuları eşlik etti. Mola verilen bir çeşme başında rüzgar biraz sertçe esince çanta açıldı, sıcacık hırkalar sırta geçirilip soğuk havanın bile tadı çıkarıldı. Kalan bir avuç erik hızla paylaşıldı ve rüzgara fazla da yiğitlik yapılmaması gerektiği kararına varılıp arabaya sığınıldı. Geyik Kanyonu geçilip yavaş yavaş Muğla’ya inildi. Mehmet Ali Birand’ın dodilemeye başladığı saatlerde, muhteşem Gökova Körfezi’ne ulaşıldı. Her zaman masmavi olan Gökova bu kez griydi ama nefes kesmeye yetecek kadar güzeldi yine. Güzel evlerin mekanı Akyaka geride kalırken, Arzu ve er kişisinin karnı zil çalmaya başladı. Ahh bu Ekincik ne kadar da uzaktaymış !!! Köyceğiz 14 km tabelasından az ilerde sağa dönülecek ama bu tabela sanki binlerce km uzakta bu akşam. Hava yavaştan kararıyor, portakal çiçeklerini görmesi lazım Arzu'nun, akşam siyaha dönmeden. Kokusu da yeter gerçi, görmese de olur. Yaşasınnn işte Ekincik tabelası ve portakal çiçeği kokuları. Yollar bozulmuş, her yer çukur dolu ama ne gam ! Alacakaranlıkta Köyceğiz Gölü geçildi, tam göl bitti derken karşıdan Akdeniz gösterdi yüzünü.

Ekincik Pansiyon’a yorgun argın varıldı. Ahh o bir akraba evine konuk olurken yaşanan sıcacık samimi karşılama, işte burada yine o yaşandı. Tahir Abi, Taci ve Semahat abla karşılıyor bizi. Başka konuklar da var bahçede. Yemek saati henüz bitmiş ama mutfakta mutlaka bir şeyler vardır. Hava serin ama dostluk sıcak, muhabbet sıcak. Muhteşem bir masa, sıcacık bir çorba, becerikli ellerden çıkmış nefis salatalar. Nefes almadan tüketildi yemekler. Şimdi üstüne bir çay olsa… Ama hava soğudu epeyce, en iyisi küçük mutfağa gitmek. Pansiyonun misafirleri, sahipleri, herkes ufak bir mutfakta, kimi kanepelerde kimi sandalyede kimiyse ayakta. Doldurulan çaylar elden elden servis ediliyor. Sohbet çoktan koyulaştı, eee güzel bir çayın yanına daha iyi ne eşlik edebilir ki ??? Televizyon da açık, evin salonunda arkadaşlarla sohbettesin gibi.

Flaşşşşş flaşşşş, iki şok haber ! GS Hacettepe’ye yenilmiş. Başladı tabi bir futbol muhabbeti. Arzu'nun içi buruk, 3-0 lık yenilgi sonrası lige küsmüş ama belli etmiyor. Veee ikinci haber ! Balık tutmak için deli olan ancak iskele civarı için plan yapan erkişiye Allah veriyor iki göz. Taci yarın sabaha bir tekne ayarlayacakmış ve erkekler balığa çıkacakmış. Tekne mi ? Geçen seneki tekne gezisinden sonra mı? Yahu Arzu daha o sabah annesine, tamam annecim merak etme, tekneye binilmeyecek, deli miyiz bu havada tekne binecek kadar dememiş miydi? Anneye bu meseleden bahsetmemek ruh sağlığı açısından daha iyi olacak diye karara varıldı. Gece ikiden önce uyuyamayan işkoliklerin, saat onbiri bulmadan uykusu geliverdi.

Geçen seneki oda yine, on numara. Bembeyaz oda, sabun kokuyor her yer. Ayakkabılar girişte çıkarılıp terlikler geçirildi ayaklara. Ev gibi tıpkı ve o huzurla uykuya dalmak hiç de zor olmadı. Sabah Tahir abinin kapıyı tıkırdatmasıyla uyanıverdik. Sabah henüz altı olmasına rağmen uykular alınmış, gözler cin gibi açılmış. Er kişi balığa, hatun kız sahile. Burada da papatyalar sarmış her yanı. Kuş sesinden başka bir ses yok. Yolda minicik kurbağalar var, tırnak kadarlar, ufacık ufacık. Üstlerine basmasa bari birileri. Ormandan çam ve kekik kokuları geliyor. Hiç rüzgar yok ve deniz kıpırtısız. Sahilde bir sürü çadır gördü Arzu, kampçıların bir kısmı sahilde şezlongların üstünde sabahlamış. Üstlerinde battaniye, arkada çam ormanı, önce Akdeniz…
Kumsalda yürümeye çalıştı Arzu ama kumlara batmaktan dolayı ilerleyemedi. Öyle güzeldi ki ortam, acaba kendimi kumların üzerine bırakıp sağa sola yuvarlansam jandarmaya haber vermeye kalkışan olur mu diye düşünmeden edemedi. Kampçılara kahvaltı hazırlayan gençlerden sabahın ilk çayını aldı Arzu. Açığa demirleyen yata baktı, vay beee, bir deniz milinde ne kadar yakıyordur bu makina diye düşündü. Sabah güneşinin tadını çıkardı. Pansiyona dönüş vaktinin geldiğini, kampçıların zeytinlerine yumulsam mı acaba demeye başlayınca anladı. Pansiyona dönüldü, yıkanılıp paklanıldı, cici kız olundu, kahvaltıya inildi. Ev yapımı zeytin, süper bal, tereyağ, yağda yumurta derken bir ara bilincini yitirdiği tahmin ediliyor Dut ağacının altında ayaklar uzatıldı, çay eşliğinde Leman, Penguen keyfi yapıldı. TUS’da Türkiye 108. si olan dünyanın en tatlı doktoru arandı ama telefonu kapalıydı.
Öğlen saatlerinde balıkçılar döndü. İddialarına göre mevsimi değildi, balık yoktu. İnanılmış gibi yapıldı, siz aslında kahramansınız muhteşem balıkçılarsınız denildi. Köşke kurulan yer sofrasında, sıcacık gözlemelerle kahvaltı yapıldı. Burada insan gerçek anlamda dinlenebiliyor diye düşündü . Havada huzur var, gürültü yok, kirlilik yok, kaba insanlar yok. Biraz uyusam mı?

Yürüyüşle ve sohbetle geçen bir öğleden sonra… Akşam sofraya oturup şimdi ne gelecek diye merakla bekleyen büyümüş ama hala küçük şımarık çocuklar olundu sanki. Bu akşam hava daha bir serin, mutfağa gitmeli yine. Çerez ve çay eşliğinde, bir okey partisine girişildi. Jokerler havada uçuşuyor. Ve bir flaş haber daha. Arzu'nun dengesiz takımı farklı yenmiş bu akşam. Babaya telefon, baba sevinçten GSM hattına sığmıyor. 41 kere maşallah oldu kızım diyor.

Burada insanın uykusu geliyor hemen. Arzu erken yatmanın tadını ve sabah zorla gözünü açıp saati beş dk beş dk ileri atıp sürünerek kalktığı günlerin acısını çıkarıyor. Pazar sabah hava pırıl pırıl, güzel bir kahvaltı, Ekincik’e hoşçakal diyecek olmanın hüznü, Köyceğiz’e gidecek olmanın kıpır kıpır heyecanı, alınacak portakalların arabaya yayacağı kokunun şimdiden yarattığı hoşluk, hepsi birbirine karışıyor. Evet Ekincik, sana hoşçakal diyoruz ama acımadı ki acımadı ki, gene geleceğiz diyor Arzu. Vedalaşıldı aileyle ve Köyceğiz yoluna düşüldü. Döğüşbelen’de kocaman bir torba portakal alındı. Köyceğiz’e varıldı, güzel sokaklarından geçilip göl kıyısına inildi. Sakin mi sakindi her yan, göl de kıpırtısızdı. Arada atlayan birkaç balık da olmasa hiç hareket yoktu sanki. Uzaklara bakıldı, akıllardan acaba gölde bir tekne gezisi yapılsa mı, yoksa onu bi dahaki sefere mi yapsak diye geçirildi. Yok yok en iyisi gelecek sefere bırakmak, hiç olmazsa bu güzelliği görmek için bir bahane olur dendi gönüllerden. Yolcu yolunda gerek denilip yollara düşüldü. Kale yakınlarında, dere içinde bir ayran molası verildi. Dünya tatlısı Ceren’le tanışıldı, annesinin kucağında uyurken yanağının biri iz olmuş, ufacık sarı bir şeker Ceren. Yanaklarını nazlanmadan uzattı, kendisi de öptü. Arzu'nun verdiği bir paket Milka’nın etkisi oldu mu bilinmez tabi:)

Yola devam, şehre yaklaşıldı işte. Şehir aynı şehir, gürültü, kalabalık ama ne fark eder ! Kulaklarda hala kuş sesi, havada ormanın kokusu, damakta Semahat ablanın zeytinlerinin tadı var. Ekincik orada yakında. Yine gideriz…Gideriz dimi?

****************
Bu da ikinci yazım. Temmuz 2009'da arkadaşlarımızla gittikten sonra yazdığım yazı.

Birisi bundan 5-10 yıl sonra bana 2009’a dair neler hatırlıyorsun diye sorsa aklıma neler gelirdi acaba? Uzun yıllar sonra şampiyonluk heyecanı yaşamamız mı, krizi kendimize teğet geçirtmemek için eşimle beraber olağanüstü çaba göstermemiz mi, annelerimizin, babalarımızın ve kardeşlerimizin sağlıklı ve hayatta olması mı ? Sevdakuşumla nihayet buluşmamız mı? Belki de mücadele sembolü kardeşim Meral’in nihayet memur olmayı başarması mı ya da İpek’in binbir stres yaşayarak girdiği TUS’u hem de dereceyle kazanması mı ya da Hüllamın kötü günleri geride bırakıp yine dolu dolu gülmesi mi (bazıları pis pis sırıtma dese de )? Belki de eşimin sabır gerektiren süreçleri aşıp istediği baş denetçi eğitmenliği ünvanını kazanması mı? Ayyy ne bileyim, belki de benim nihayet zayıflamaya karar verip bir de bunu başarmaya başlamış olmam da olabilir. Ama sanırım bunlar arasına girmeye hak kazanan iki şey daha var. Birisi ailemle yaptığım tatil, diğeri de yine ve yeniden bir Ekincik masalı…

Yine sıkıldık işten güçten, gri hücreler yine imdat imdat diye bağırmaya başladı. Sanki bedenimizde bir tatilmetre var da zamanı gelince ya da enerji seviyesi düşünce haber veriyor bize. Planlar yapıldı gezmek, dinlenmek üzerine. Planın bir parçası elbette Ekincik oldu. Üstelik bu kez yanımızda dostlarımız da olacaktı. Bir cuma günü öğlen saatlerinde düşüldü yollara ama bu defa İzmir’di başlangıç noktamız. Hava aşırı sıcakmış, ne gam ! Narlı soda var, dostlar var, yolun sonunda Ekincik’in ılık suları var, dut ağacının altında yenecek akşam yemeği var. Cuma akşamüzeri vardık Ekincik’e, yolda kısa bir yaz portakalı suyu molası vererek. Satıcı amca bizi çardağa oturtuyor, portakalları sıkmaya başlıyor. Biz geldik diye radyonun sesini de açıyor sonuna kadar. Vallahi İbrahim Tatlıses bile iyi gidiyor burada. Amcaya çoluk çocuğu soruyoruz, önce yeni evlenen oğlunu anlatıyor. Sonra gözleri dalıyor biraz uzağa, hafif bir bulut gözlerinde. Boşverrr diyor amca. Kısacık molamızı bitirip veda ediyoruz ona. Yorgunluktan bitkin düşmüşüz ama hepimizin aklında tek bir şey var. Deniz ! Eşyalarımızı alıp bembeyaz , sabun kokulu odalarımıza yerleşiyoruz. Bizim odamız yine 10 numaralı oda. Vallahi kapı numarası da kendisi de 10 numara. Çıplak ayakla tertemiz kilimler üzerinde yürümek gibisi yok. Yarım saat sonra plajdayız. Benim minik kurbağalar yok ortada. Halbuki ne kadar büyük bir neşe ve istekle zıplıyorlardı yolda. Belki baharda tekrar görürüm onları.

Plaj sakin, deniz hafif dalgalı, su ılık, orman kokusu burnumuzda ve biz sularda… Günboyu bizi yakan güneşe nispet yapıyoruz şimdi denizde. Ben makarnamla bütünleşik durumdayım. Eskiden utanırdım ama alıştım artık kendisine. Kolumun altına sıkıştırdım mı, Balkan şampiyonu havalarında yüzme numaraları yapabiliyorum. Ahh bi de şu korkuyu atabilsem üzerimden. Herkes memnun hayatından, bu tatil güzel geçecek kardeşim ! Burası Ekincik, mutlu olmadan ve dinlenmeden buradan ayrılmak yasaktır, nokta ! Saat sekize geliyor, Arif Usta bu akşam kimbilir neler yapmıştır diye geçiriyorum aklımdan. Dostlarımız başlarına gelecekten habersiz İşte yemekteyiz yine, dut ağacının altında, kocaman bir masa, örtünün altında Ekincik Pansiyon müdavimlerinin bıraktıkları notlar. Ustam döktürmüş yine bu akşam, yaz günü sıcacık çorba içmeyi özlediğim tek yer burası ve çorbam işte önümde, dumanı üstünde, limonu yanında bir mercimek. İnsan masadaki yiyecekler arasında seçim yapmakta, daha doğrusu sıraya koymakta zorlanıyor. Dostlarımız şaşkın, annesinin sofrasında şımaran çocuklar gibiyiz. Tahir Abi geliyor sık sık, bir isteğimiz var mı diye soruyor. Ahh o börülce salatası, isterizzzz tabi isterizzz. Burada sofranın en güzel yanı sadece yiyeceklerin damak yaran lezzetleri değildir, ev sahiplerinin sıcacık ve samimi ilgisidir, bir sandalye çekip yanınıza oturup ettiği içten sohbettir. Bir de çay olsa şimdi diyor misafirlerimizden biri. Şimdi gelir çayımız diyoruz, gülümseyerek… Burada aklına gelip de önüne gelmeyen bir şey olmaz. Çaydanlıklar geliyor işte. Kalkıp alıyoruz çaylarımızı, işte şimdi sohbet demlenmeye başlıyor masada. Arif Usta da geliyor, sohbet mi tatlı, çay mı lezzetli yoksa ben gerçekten dünyanın en güzel kadını mıyım ? Öyle gibiyim sanki o anda, dünyadan şöyle bir bahçe kadar yer koparıp cennetin kıyısına bırakmışlar gibi hissediyorum. Ertesi günün planını yapıyoruz, Tahir Abi’nin yeğeninin teknesiyle koy turuna gitmeye karar veriyoruz. Uyku iniyor gözkapaklarımıza, hadi diyoruz, sabah görüşürüz. Pembe çiçekli balkonun kapısı açık, rüzgar esiyor hafif hafif, sıcak ama olsun, Ekincik’teyiz yine.

Sabah erkenden kalkıyoruz, bahçede süper bir Arif Usta kahvaltısı bizi bekliyor. Allahımmm ben diyetteyim ama ama bu zeytinlerden, kreplerden yememek olmaz, adamı döverler vallahi Yüzeceğiz nasıl olsa diyip yumuluyoruz sofradakilere. Tekne turuna gidiyoruz ama geçen senenin Yusuf Yusuf anları halen aklımda :)) Sana geliyoruz Yarabbim :) Ama Murat kaptan söz verdi, sallantı yasak bu gezide ! Önce mağaraları gösteriyor kaptan bize, sonra koyu tekrar geçip diğer koylara gidiyoruz. Güleryüzlü eşi Yasemin ve Murat kaptan güzel bir gün geçirmemiz için her şeyi inceden inceye planlayıp hazırlamışlar. Akvaryum misali koylara gidiyoruz, su derin ama dibi görünecek kadar berrak, rengi mavi yeşil.İnsanın yüzesi değil içesi geliyor. Bunda açılan iştahımızın etkisi de olabilir tabi :) Koylarda kısa molalar vererek geziyoruz. Öğle yemeği için sakin bir koya götürüyor kaptan bizi. Teknenin ucundaki mangal yanıyor, kaptan başında. Yasemin kendi elleriyle hazırladığı salataları, mezeleri çıkarıyor servise. Herkeste ortak hareket , derin derin yutkunma. Misafirleri doyduğundan emin olana kadar yedirmek ve ağırlamak Duran ailesinin genlerinde var sanırım. Sonra Semisçe koyuna götürüyor kaptan bizi, burası tam bize göre. Altı tamamen kum, berrak ve ılık bir deniz. Suyun tadını çıkarıyoruz. Koyda mola veren pek çok tekne ve yat var. Herkes mutlu burada olmaktan, yüzler gülüyor. Makarnam bile daha mutlu burada. Beni hiç batırmadan yüzdürüyor bugün. Sonra hadi diyor kaptanımız, çayımızı da diğer koyda içelim. Sonraki koyda içiyoruz çaylarımızı, bedenlerimiz yorgun ama sanki aylardır oradaymışız gibi rahatlamış zihinlerimiz.

Akşam saatlerinde dönüyoruz pansiyona. Güneş çarpmış hepimizi, sırtımız bitter çikolata, önler sütlü çikolata kıvamında Burada en zevkli şey yıkanıp paklanıp cici olup bahçede keyif yapmak. Yine süper yemekler, yine çay keyfi, yine bir sohbet maratonu. Ertesi gün ne yapalım diye konuşuyoruz. Aklımda Dalyan ve İztuzu var. Hepimiz yorgunuz, burada kalsak, burada denize girsek diye de geçiyor aklımızdan ama Dalyan’a gitmeden, kanalda tekneye binmeden, denize kavuşmanın coşkusunu yaşamadan olmaz ki. Pazar sabahı arabayla önce Köyceğiz’e gidiyoruz. İpekcim Marmaris’teymiş bugün, görüşmek yine nasip olmuyor. Sonra Dalyan’a geçiyoruz. Dolmuş teknelerden birine binip İztuzu’na doğru yola koyuluyoruz.

Kral mezarları karşımızda, turistler fotoğraf çekiyor. Krala bir Fatiha okusak mı diyip gülüşüyoruz, yapanlar varmış vallahi, ben onların yalancısıyım :)) Sazlıkların arasında ilerliyoruz, denizin kokusu geliyor yavaş yavaş. Yüzüme yapışan nemli bir iyot kokusu, gariban bir sinüzütlünün nefes alabildiği nadir anlardan biri . Tadını çıkarıyorum nefeslerin, başım sevdiğimin omzunda, yine çok güzelim o anda, öyle gibiyim. İşte deniz orada, her zamanki gibi dalgalı. Bu Carretta Carrettaların bir bildiği olmalı diye geçiyor aklımdan, bakalım bulacağız şimdi. Tekneden iniyoruz ve boş şezlong arıyoruz. Kumlar öyle sıcak ki, terliklerimiz eriyecek nerdeyse. Hoplaya zıplaya boş bulduğumuz şezlonglara atıyoruz kendimizi. Plaj Birleşmiş Milletler toplantısı gibi, kimi ararsan var ama illaki İngilizler ! Her yer Manchester taraftarı kılıklı adamlarla dolu. Yine hoplaya zıplaya kumların üzerinden denize koşuyoruz. Kızgın kumlardan serin sulara atlamak böyle bir hismiş demek ki ! İztuzu’nun altı kum ama nasıl bir kum, sanki tüylü bir halıya gömülüyor ayaklarımız. Deniz öyle güzel ki, derinleşmiyor hemen, su bazen ılık, bazen serin ama hep tatlı bir dalga var. İşte diyorum sebep bu, Allahım beni de Caretta yap, gündüz bu denizde yüzeyim, gece plajda yumurtlayayım gönlümce. Suyun tadını çıkarıyoruz hep birlikte, beş kişiyiz, beşi de birbirinden keyifli kişiyiz.

Akşam olunca dönüyoruz pansiyona, dönüş akşamının hüznü hafiften basıyor hepimize. Hiç bitmeyecek gibiydi ama kısa süre olunca çabucak bitiyor. Bu kez zeytinlerimi almadan dönmemeye kararlıyım. Güzel bir akşam yemeği yiyoruz, Taci ve konuklardan genç bir çocuk Harmandalı oynuyorlar bize. Çayımızı çardakta içiyoruz, minderlere uzanarak, ayaklarımızı uzatarak keyif yapıyoruz. Bitiyor gece…Sabah hazırlıyoruz eşyaları, odayı nasıl da dağıtmışız yaramaz çocuklar gibi. Sanki 3 gece değil, 3 sene kalacak gibi yayılmışız odaya. Kahvaltımızı yapıyoruz, zeytinlerimizi alıyoruz ve eşyalar arabaya yerleşiyor. Veda ediyoruz Ekincik Pansiyon’a, Tahir abi Köyceğiz’e pazara gitmiş, Taci, Semahat abla ve Arif Usta yolculuyor bizi. Bu kez daha az üzülüyorum Ekincik’ten ayrıldığıma, çünkü zeytinlerim var. Zeytinyağının kokusunu her duyduğumda orayı hatırlayıp mutlu olacağım yine. Hem uzak değil ki, yine gideriz, gene gideriz, gideriz dimi?

Semisçe Koyu

Semisçe Koyu

Semisçe Koyu


Ekincik Koyuna dönüş

Ekincik Koyuna dönüş

Ekincik Koyu'na bakış

Keçi hayvanları :))


Köyceğiz Gölü

Dalyan kanalının İztuzu'na kavuştuğu yer



İztuzu Plajı


Odamızın balkonundan pansiyonun bahçesi

İşte böyleeee ... Kış buralarda henüz kendini çok hissettirmedi ama yine de Ekincik'te geçen güzel yaz günlerini özlememek imkansız. Hani 2010 planları içinde, portakal ağacı görmek ve portakal çiçeği kokusu duymak isteyen dostlar varsa, hiç kaçırmasınlar derim. Sevgilerimle, pai pai :))

9 Ocak 2010 Cumartesi

(Yeteneksiz) Şairin Buklesi :)



Bu tarifi seneler önce aldığım Lezzet dergisinin bir sayısında görmüştüm. Şekli itibariyle çok ilgimi çekmişti. Ancak kullanılması gereken kalıbı alabileceğim bir yer olmadığı için (ahh taşra ahh) hep aklımda kalmıştı. Sonra burada pasta malzemeleri satan bir dükkan açıldı. Geçen gün önünden geçerken hadi alayım da deneyeyim dedim, yoksa bu şair yüzünden gözüm açık gidecek:)



Kalıp aşağıdaki gibi külah şeklinde. Bana biraz küçük geldi bu kalıplar, gördüğüm resimdeki torpiller (tatlının bir diğer adı da bu) oldukça büyüktü. Yine de aldım ve denedim. Tanesi 3 liraya satılıyordu.

Yapılışı zor değil, ama tadını sever misiniz tam emin değilim. Neyse ben tarifi yazayım da, tarihi sorumluluğumu yerine getirmiş olayım :)



Malzemeler:


  • 3 kare milföy hamuru (toplam 9 tane torpil çıkıyor)

  • Üzerine serpmek için pudra şekeri

  • Süslemek için file fındık, badem, şekerleme, toz fıstık vb

Dolgusu için:



  • 2 su bardağı süt

  • 2 yemek kaşığı un

  • 4 yemek kaşığı toz şeker

  • 1 paket vanilyanın yarısı

  • 1 yemek kaşığı margarin

Yapılış aşamalarını resimleyemedim. Milföyleri 3 şerit halinde kesiyoruz. Külah kalıpların dışını yağlı kağıtla kaplıyoruz. Kalıbın geniş ağzından başlayarak, şeritler yarı yarıya üstüste gelecek şekilde hamuru hafif uzatarak sarıyoruz. Hazırladığımız külahları, kalıbı çıkarmadan, yağlı kağıt serili tepsiye koyuyoruz. Ben denemek için bir tanesini sardıktan sonra kalıbını çıkararak koyup pişirdim, içine kremayı koymak zor oldu. Kalıpla koymakta fayda var. Külahlar tamamlanınca, 180 C'de üstü kızarana kadar pişiriyoruz. Üzerine yumurta sürülmüyor.


Külahlar pişerken, dolgu kremasının malzemelerini (yağ hariç) karıştırıp muhallebi kıvamında pişiriyoruz. Ilınınca margarini ekleyip mikserle birkaç dakika çırpıyoruz. Külahlar soğuyana kadar, dolgu kremasını buzdolabında bekletiyoruz.


Krema torbası veya krema şırıngası ile, dolgu kremasını külahların içine dolduruyoruz. Uçtan hafif taşacak şekilde doldurduğumuz kremalı tarafı, süsleme malzemesine batırıyoruz. Üstüne pudra şekeri serpiyoruz. Aynı gün içinde tüketmekte yarar var, bekledikçe yumuşuyor.


Tadı nasıldı derseniz, üzerinde çikolatası olmayan profiterol topu tadına benziyor. Hani lezzetiyle damak çatlatmasa da görüntüsüyle dövecek bir tatlı :) El beceriniz benimkinden iyiyse (ki kesin öyledir :)) ) daha da güzel süslenmesi mümkün.


Tarifi bir tarafa bırakırsak, bugün evimde muhteşem bir güzellik var. Eşim, eve gelirken iki demet nergis getirmiş. Çocuklar gibi sevindim. Biz kız milleti niye böyleyiz bilmiyorum. Çiçek gelince akan sular duruyor. (Bu tabir bize uymadı, çünkü çiçekler geldiğinde akmakta olan sularımız, şu saat itibariyle kesik bulunmaktadır. Ne zaman geleceği bilinmemektedir. Blog sahibinin asabiye kaçan ruh halinin kök nedeni budur. Belediyemize saygılar ! ) Nergislerin kokusu tüm salonu sardı. Hayalimdeki bahçeli kulübenin bahçesine biraz da nergis dikmeye karar verdim. Bir gün hayalim gerçek olduğunda, karar verdiklerimin hepsini bahçeye nasıl sığdıracağım da merak konusu :))

Ama baksanıza, var mı böyle bir güzellik. Kokusunu da ekleyebilseydim keşke buraya. Teşekkürler canım, beni çok mutlu ettin, kendimi yine dünya güzeli hissettim.

8 Ocak 2010 Cuma

Bir Yol Hikayesi

Otobüs yolculuklarında kaçınılmazdır, yanınıza mutlaka ya meraklı bir teyze ya da i-podu kulağında, poposu size dönük bir kız oturur. Kız nispeten zararsızdır, onu sonra yazarız ama teyzeler pek fenadır. Merak seviyesi tavandadır. Çekeceğiniz çile, gidilecek yolun uzunluğunun karesidir. Teyzenin torununun İngilizce öğretmeninin neden tayini çıktığına kadar dinlemeniz gerekebilir. Beni Allahtan araba tutar ve ilaç alırım. İlaç sayesinde otobüs otogardan çıkmadan uykuya geçerim ben. Teyze bir iki dürtükler (poke yapar :) ), çay servisinde zorla uyandırmaya çalışır, dirayetli olun ! Bu teyzeler sayesinde kirpiklerimi kıpırdatmadan uyuma numarası yapabiliyorum artık, resmen kabiliyet geliştirdim. Ama bazı teyzeler de çok kararlı, kolumda küçük çaplı bir delik açana kadar çalışanlar oldu. Baktım uyuma numarası hepsine sökmüyor, ben de yeni bir yol bulmaya çalıştım. Aşağıya yazacağım diyaloglar, ilk otobüs seyahati-meraklı teyze-bıkmış gezgin kombinasyonunda denenecektir:

Teyze: Hayırlı yolculuklar kızım
BG: Sağolun teyze, size de
Teyze: Yolculuk nereye kızım?
BG: Yüreğimin götürdüğü yere gidiyorum teyze, ya siz?
Teyze: ??? Evden mi kaçtın yavrum?
BG: Yok teyze, bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete.
Teyze: Nerelisin kızım?
BG: Kafa kağıdında Trabzon yazıyor teyze ama feysbuktaki teste göre Stockholm’ün içindenim.
Teyze: O neresiymiş yavrum, hiç duymadım?
BG: Madrid’in Midyat ilçesini bildin mi teyze?
Teyze: Hee
BG: Orasıyla hiç alakası yok teyze.
Teyze: Sen bir garip konuşuyorsun ama seni sevdim kızım.
BG: Geçer teyzecim geçer, kalıcı etki bırakmıyorum
Teyze: Nerede oturuyorsun kızım?
BG: Feysbukun içinde teyzecim, aplikasyonları geçince, sağda farmville var, heehh tam onun karşısındayım teyze.
Teyze: Şimdiki apartmanlara da ne biçim isimler koyuyorlar kızım, insanın dili dönmüyor. Bekar mısın sen?
BG: Evliyim teyze, hiç çocuk annesiyim.
Teyze: Çocuksuz olur mu yavrum? Düşünmüyor musunuz?
BG: Feysbuka göre 2 kızım 1 oğlum olacak teyze, aplikasyon ne zaman izin verirse artık.
Teyze: Maşallah maşallah
BG: İnşallah teyze
Teyze: Ne iş yapıyorsun sen?
BG: Eski hayatımda Kleopatra’ydım teyze, saray işleri filan, yorucu oluyordu, o yüzden bu hayatımda mühendis oldum teyze.
Teyze: Ne mühendisi?
BG: Bak bu soruyu bekliyordum teyze, buna çalışmıştım.
Teyze: Çok komiklisin kızım
BG: Genetik teyzecim, rahmetli büyükannemde de varmış aynısı. Rahmetli siz yaştaydı, bir gün böyle sorgu sual ederken hüccedenek gitmişti teyze.
Teyze: Tövbe tövbe, ağzından yel alsın kızım. Genç gitmiş desene büyükannen?
BG: Çok genç gitti teyzecim, beş dil biliyordu hem de. Okan Bayülgen’in dil testinde, “sulu sulu, ohh ohh, gel gel” şarkısını Rusçaya çevirmişti. Benim ne mühendisi olduğumu sormuştun dimi teyze? Tekstilciyim ben.
Teyze: Heee öyle mi? Vah vah.
BG: Çiftliğim de var teyze, züğürt değilim yani. Çilek yetiştiriyorum, pembe inek sağıp çilekli süt yapıyorum. Arada bir Küçük Emrah bakışlı hayvanları evlat ediniyorum teyze.
Teyze: ………………….
BG: Hayırdır teyze, sustun? Titreşim göndereceğim ama korkmayasın.
Teyze: Dışarıya baktım kızım.
BG: Teyzecim durumu dışarıda diye ayarlasana o zaman. Bak merak ettim burada.
Teyze: Ayy kızım ben senle konuşuyorum ama dediklerinden anlamıyorum.
BG: Ben sana bir su ısmarlayayım teyze, suyunu içip uzun uzun düşün. Ben de uyuyayım biraz. Takıldığın yerleri not al, ben sana dönerim.
Normal meraklı teyzelerde işe yarayacağını umuyorum ama resimdeki gibi bir teyze çıkarsa benim çevrimdışı kalmamı sağlayacak başka çözümler bulmam gerekir. Tüm meraklı teyzelerin ellerinden öpüyorum ve kendilerine ihearts uygulaması ile bir "blossoming heart" gönderiyorum. Pai pai :))

7 Ocak 2010 Perşembe

Masumiyet... Var mıydı Hiç?

Söylerken bile içimi sıcacık eden bir kelimedir masumiyet. Bazen pembe yanaklı bir çocuğun yüzündeki tazeliktir o, bazen de bembeyaz bir gelinlik. Tanrı misafiri olduğunuz bir sofrada, evindeki son ekmeği gönülden paylaşan bir dostun yüzündeki mahcubiyettir. Uzattığınız parmağı yakalayıp sımsıkı tutan bir bebeğin elindeki şeker kokulu terdir.

Sadece bir sokaktan geçtiği için, orada olduğu için, hain bir eylemin kurbanı olup parçalara bölünen bir bedendir masumiyet. Bir Öğretmenler Günü’nde, komşu bahçeden çalınıp öğretmene verilen bir güldür. Aşkın o ilk günlerinde yanağa kondurulan acele bir öpücüktür. Bazen pembenin, çokça da beyazın arkasına saklanan utangaç bir duygudur o. Bakımsız bir bahçede, yaprakların arasından büyümeyi başarmış, yüzünü güneşte kızartmış minik bir domatesin yaşama mücadelesidir masumiyet. Akşam eve gelen ekmeğin üzerindeki baba elinin izidir, yorgun ama gururlu.

Kötü niyetin hiç bulaşmadığı tertemiz bir defterdir, her sayfası o çocuğun yüzü kadar pembedir. Karalanmamıştır henüz, üzerine hayat denen tecrübe yazılmamıştır. Henüz kimsenin kalbi kırılmamıştır, kimsenin canı yakılmamıştır.

Ama var mı kalp kırmadığımız, can yakmadığımız bir an? Sezen’e mi inanmalı, masum değiliz hiçbirimiz mi demeli? Öyle miyiz gerçekten, karaladık mı hayat sayfalarımızı? Biz de pembe yanaklı çocuklar değil miydik? Varoldu mu masumiyet, var mıydı hiç? İlk yalanımızda mı kaybettik onu, ilk kalp kırışımızda mı? Yoksa, yoksa sadece doğarak mı ?

6 Ocak 2010 Çarşamba

Düşünmek Üzerine ve Farklı Bir Tarif

Hayatımda böyle birşey görmedim diyebilmeme izin verecek kadar dünyadayım, tecrübeli bir dünyalıyım :)) Dost uzaylıları bekliyorum. Gelsinler de çıkarsınlar bizi bu kaostan. Bir ülkede durum bu kadar b.ktan olur mu yahu ? Bakıp da içimi rahatlatacak birşey arıyorum ama yok kardeşim yok. Ülkeyi yönetenlere diyecek lafım kalmadı, umudum yok onlardan yana. İçinde oldukları rövanş duygusu aklıselim düşünmelerini engelliyor. İşsizlik, borç had safhada. Yaşadığım şehirde, 10 sene önce bir kişinin işsiz kalma süresi sadece 5 dk idi. Yani yandaki fabrikadan içeri girene kadar ! Şimdi insanlar aylardır işsiz, çalışır gibi olanlara da aldanmayın, insanlar aylardır maaş almadan çalışıyorlar. Arabayla yolda giderken insanların nasıl yürüdüklerine baktınız mı hiç? İnsanlar öylesine dalgın, öylesine vazgeçmiş gözüküyor ki...

İşinden, hayatından memnun kimse yok etrafta. Borçlar gırtlakta, aileler parçalanmakta.
Hayata karşı endişeler dizboyu. Birkaç ay sonrasını görmek, tahmin etmek, plan yapmak imkansız. Ne yapmalı o zaman? Nasıl çıkılır bu kaostan? Var mı çözümü?

Çözüm1: Her ne kadar kötü durumda olursak olalım, geleceğimize dair umutlardan vazgeçmeyelim. O umutlar bizim şarjımız, vazgeçersek biteriz kolayca.

Çözüm2: Öğrenmeyi hatırlayalım tekrar ve düşünmeyi. Evet farkındayım, bu ülkede bilgi para etmez gözükür ama değildir. Bizi her zaman ayakta tutacak şey bildiklerimiz olacaktır. Okumaya, öğrenmeye devam.

Çözüm3: Her zaman ilkeli davranmayı seçmek, kısa vadeli karları tercih etmemek. Başkaları hamuduyla götürüyor değil mi? Saçma geliyor kulağa ama uzun vadede hepsi gidiyor elden. Bakmayın siz o insanüstü girişimci kardeşlere, size de Rabbiniz Cleveland deseydi siz de akıl ederdiniz hepsini.

Çözüm4: Cumhuriyetimizin kurucusu, liderimiz, zor zamanlardaki kutup yıldızımız Atamız bize onlarca yıl önce tehlikeyi işaret etmiş: "Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını itiyat haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra istikballerini daha sonra da hürriyetlerini kaybetmeye mahkumdurlar." Çalışmaktan ve üretmekten vazgeçmeyelim. Umutlarımızı şans oyunlarına, ana babadan kalacak mirasa, elde edilecek avantalara bağlamayalım.

Borçlarını değil, projelerini düşünen bir toplum haline gelmeyi başarmamız gerekiyor. Bunu yapacak gücümüz de var. Yeter ki yapay gündemlere kanmadan gerçekleri farkedelim.

Ahh böyle bir yazıyı yemek tarifine nasıl bağlamalı? Yazmak istemiyorum olumsuz şeyleri, her yer bu tip yazılarla, haberlerle dolu ama insan dayanamıyor işte. Eeee şöyle yapalım, okumak, öğrenmek ve çok çalışmak için insana ne lazım ??? Cevap : Enerji :)

Enerji neden elde edilir peki? Mis gibi lezzetli yemeklerden tabi :) Bu kez bir sebze yemeğini paylaşmak istiyorum. Hizmet verdiğim firmalardan birinde yediğim öğle yemeğinde karşıma çıktı aşağıdaki yemek ve çok hoşuma gitti. Kışın ıspanak, pırasa, lahana bermuda şeytan üçgeninden :) sıkılanlar için ve de sebze yemeklerine bayılanlar için (bakınız: ben kendim) iyi bir alternatif olabilir.

Malzemeler şöyle:
  • 2 adet kırmızı pancar (kişi başı 1 adet yetiyor)
  • 250 gr ıspanak
  • 1 kuru soğan
  • 1/2 çay bardağı mısırözü
  • 1/2 çay bardağı zeytinyağı
  • 1 su bardağı sıcak su
  • 1 yemek kaşığı biber salçası
  • Tuz ve baharatlar

Soğanı yemeklik doğrayıp mısırözü yağında pembeleşene kadar kavuruyoruz. Pembeleşince salçayı ekliyoruz. Pancarları soyduktan sonra küp küp doğruyoruz ve salçalı karışıma ekliyoruz. 5 dk kadar kavuruyoruz, bu sırada pancarlar suyunu salmaya başlıyor. İnce doğradığımız ıspanakları da ekleyip suyunu salıp çekene kadar kavuruyoruz. Tuzu, baharatı, sıcak suyu ve zeytinyağını ekleyip, pancarlar yumuşayana kadar (yaklaşık 30 dk) kısık ateşte pişiriyoruz. Sıcak servis ediyoruz, yanında süzme yoğurtla özellikle güzel oluyor.

İçine havuç da eklemeyi düşündüm. Annem bana geçen gün diyor ki, kızım sen havucu ne çok seviyorsun, herşeye koyuyorsun :)) Vallahi öyle, kış geldi mi, havuçsuz bir şey yapamam, yemeğe, salataya, keke, pastaya her yere koyarım. Bu yemeğe koymadım, çünkü pancar da tatlımsı, havuç da eklersem fazla şeker tadı olabilir diye düşündüm. İyi de etmişim, tadı yerinde oldu. Ispanağın kekreliğini de aldı. Pancarlar bana kek denememde yamuk yapsa da :)) yemekte yüzümü karar çıkarmadı. Eşim, yemeği "tekrar yapılabilir" listesine aldı :) Canavar eti mi bu diye dalga geçmeyi de ihmal etmedi tabi :D

Herşey kötü olsa da, küçük keyiflerle, atacağımız önemli adımlara moral destek sağlayabiliriz. İnanç ve moral olduktan sonra, hele de sağlık da yerindeyse herşey hallolur. Umutlarımıza daha çok sahip çıkacağımız güzel bir gün olsun yarın. Hadi pai pai :)

5 Ocak 2010 Salı

Vavien: Meğer Başka Birşey Demekmiş !

31 Aralık'ta, akşam misafirlerimiz gelmeden önce sinemaya gitmeye karar vermiştik eşimle. Neşeli Hayat, Avatar gibi popüler filmler vardı gösterimde. Ama Vavien'de karar kıldık. Filmler hakkında, gazetelerde uzun uzun yapılan eleştirilere tahammül edemiyorum doğrusu. Bu yüzden, filmin gösterime gireceğini öğrendiğimde, konusunu da yorumları da okumamayı seçtim. Salonda sadece dört kişi vardı maalesef. İzleyici sayısının artmaması önemli bir sorun, insanların çoğu sinemaya gitmiyor. CD kiralayıcılardan alınan kopya filmlerle idare ediyor. İşin maddi boyutu yadsınamaz ama bu sorunu olmayanların bile sinemaya gitmemesi üzücü. TV'deki dizi furyasında kendini kaybetmeyi seviyor bizim halkımız. Romanya'da sadece iki gün yayınlanabilmiş, insanların ne olduğunu anlamaması sebebiyle yayından kaldırılmış "kutu açma" yarışmaları, bizde reyting rekorları kırabiliyor. Çünkü düşünmek, okumak ve bilmek gerekmiyor, "hissetmek" yeterli oluyor. Herşeyi "hissetmeyi" seven halkım, kendisine hissettirile hissettirile yapılanları nedense algılayamıyor. Gündemin birilerinin oyuncağı haline geldiğini, çıkarlar doğrultusunda hareket edildiğini göremiyor. Cumhuriyetimizin bütün kurumları tartışmaya açık hale getirildi, yatak odası herkese açıldı. Bu yobazların, cumhuriyetle ne alıp veremedikleri var, anlamak zor. Bugün babanın soyadı ile bu ülkede yaşayabiliyorsan bunu M.Kemal Atatürk'e borçlusun bre zındık, bre cahil, bre kafir. Allah ile aldatmaya utanmıyorsunuz. Offf offf, akşam akşam yine sinirlendim. En iyisi filmden bahsedeyim.

Filmde rolünün hakkını vermeyen kimse yok. Evet Engin Günaydın'da, Burhan Altıntop etkisi kısmen de olsa sürüyor. Ama bu yarı kurnaz ve beceriksiz adam tipi ona pek yakışıyor. Mimiklerini çok beğendim. Binnur Kaya muhteşemdi yine, her zamanki gibi. Orasını burasını gerdiren ve birbirinin kopyası haline gelen güruhtan öyle farklı ki. O oynadığı zaman, Sevilay karakterinin içinden bakıyorsunuz olaya, öyle gerçek, öyle dokunaklı. Görüntüleri ve müziği de çok beğendim. Bu arada Tokat Erbaa'da muhteşem bir göl olduğunu öğrenme şansımız oldu, Düden Gölü.

Film boyunca, mizah ve duygular içiçe geçmişti. Espriler akılda kalıcıydı, geçen haftadan beri aklımıza geldikçe gülüyoruz. "Ellerini yıkadın mı?", "Kabloda % 50 indirim", "Samsun'dan ihale almak" , "Arabaya otomatik kapı yaptırmak" vs vs :))

Diyeceğim odur ki; zamanınız varsa, filme ayıracak paranız varsa, film hazır gösterimdeyken gidin görün. Ne dersiniz ? "Pikniğe gidek mi? " :))

Hamiş: Vavien, genelde uzun koridorlarda kullanılan, koridorun başı ve sonunda bulunan anahtarların iki taraflı çalışmasıdır. Yani biriyle ışığı açıp, diğeriyle kapatabilineceği gibi tam tersi şeklinde de çalışabilmektedir. Bu kullanışlı sisteme vavien denir. MİŞ :) Arz ederim.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Mutlu Olduğum "O" Anlar

Hayat enerjim yüksektir benim. “Polyanna şehrimizde” tadında olmasa da her olayda mutlu olacak bir detay çıkarmaya çalışırım. Şöyle bir düşününce, hangi anlarda ben kendimi daha iyi hissediyorum diye, bir liste çıkıverdi önüme. Bakalım neymiş o anlar!

  • Sabah işe gitmeden önce kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdiğimde akşam yemeği bulaşıklarını toplamış olduğumu farkettiğimde
  • Ekmek almak için bakkala gitmek gerekmediğinde
  • Bakkala gittiğimde halen birkaç tane sabah simidi kaldığını gördüğümde
  • Yeni demlenmiş çayın kokusunu aldığımda ve ilk yudumu içtiğimde
  • Çalan telefonda, bana halen bebekleri gibi davranan annemin babamın numarasını gördüğümde
  • Gökyüzü delinmişçesine yağmur yağan bir akşamda eve getirilen üç kırmızı gülü gördüğümde
  • Sabah beni Sponge Bob balonuyla birlikte uyandıran o sevgi dolu gözleri her gördüğümde
  • Fenerbahçe yenildiğinde
  • Trabzonspor yendiğinde
  • Meyveli ayıcıklı jelibonla, limonlu kolalı jelibon arasında seçim yapmama gerek kalmadan alabilecek gücü verdiği için Allah’a şükrettiğimde
  • Pazar sabahı uyanmayı başarıp Sponge Bob seyredebildiğimde
  • Eklediğim yazılara yorum geldiğinde
  • Perşembe günleri Leman, Penguen ve Uykusuz’u aldığımda
  • Sevdiğim bloglara yeni yazılar eklendiğinde
  • Fenerbahçe yenildiğinde
  • Trabzonspor yendiğinde
  • Tüm imkansızlıklara rağmen okumaya çalışan, incecik seslerini bunca gürültü arasından duyuran güzel gözlü Anadolu kızlarının azmini gördüğümde
  • Powerturk Rock kanalında sevdiğim şarkılar arka arkaya çaldığında
  • CSI:NY, Cold Case, Without A Trace, Ghost Whisperer ve House’u izlediğimde (Ne entelim dimi, hep yabancı dizi izliyorum )
  • Kitapçıda rafların önünde dakikalarca zaman geçirip okuyacak yeni kitaplar = yaşanacak yeni hayatlar satınaldığımda
  • Sevgili dostlarımla konuştuğumda
  • Yeni bir şey öğrendiğimde
  • Bizim geçici, hayatın kalıcı olduğunu, dolayısıyla vur patlasın çal oynasın tadında yaşamak gerektiğini kendime her tekrarladığımda (Bakınız alttaki madde)
  • Cadılığına son verdiği nadir anlarda Mutlucukla Neler Neler eşliğinde oynadığımızda
  • Ne mutlu Türk’üm dediğim her anda
  • Memlekete her gidişte, Trabzon X km yazısını gördüğüm her tabelada gözlerim dolduğunda
  • Fenerbahçe yenildiğinde
  • Trabzonspor yendiğinde
  • Can arkadaşlarımın işleri rast gittiğinde, biri işe girdiğinde, birinin nöbet gerisayımı hızlandığında, birisi yine “çılfın hülla” olabildiğinde, birisi 57 saat çalıştıktan sonra hala espri yapabildiğinde mesela
  • Mis kokulu bir keki kalıbından çıkarttığımda, profiterol toplarını kremayla doldurduğumda ve fotolarını çektiğimde
  • Sol bacağımı sızlatan ağrının beni ziyaret etmediği her anda
  • Mehmet Ali Birand’ın her dili sürçtüğünde
  • Medya Kralı’nda attığım her kahkahada
  • Makinadan çıkardığım yeni yıkanmış çamaşırların güzel kokusu tüm evi sardığında
  • Gittiğim firmalardaki değişimi gördüğümde
  • Gergin başlayan ama tüm katılımcılarla güzel iletişimler kurarak tamamladığım her eğitimin bitiminde
  • TV karşısında kanepede perişan uykular çektiğimde
  • Annelerime gittiğimde buzdolabından çıkan yaprak sarmalarını gördüğümde
  • Yeni yazın nerde kaldı diye soran dostlardan mesaj aldığımda ben mutluyum, "o" anda...

Mutlu olduğunuz anların çokkkk olması dileklerimle...


3 Ocak 2010 Pazar

Yılbaşından Kalan Tarifler

Aslında niyetim, Vavien'e dair izlenimlerimi paylaşmaktı. Sonra bunu başka bir güne bırakmaya karar verdim. Yılbaşı sofrasındakilerin tariflerini yazmaya karar verdim. Aklım vavien oldu yani, gitti geldi :)) Bu arada kabloda % 50'ye varan indirimler varmış :)

İlk tarifimiz Renkli Patates Salatası. Bildiğimiz patates salatasının estetik operasyon geçirmiş hali :) Malzemeler şöyle:
  • 8-9 orta büyüklükte patates (patetez diyenlere fena halde gıcık kapmaktayım, arz ederim)
  • 2 limon
  • Zeytinyağı
  • 2 havuç
  • 3 dilim pancar turşusu
  • 3-4 dal yeşil soğan
  • Bir tutam maydanoz
  • Bir tutam dereotu
  • Tuz, karabiber (alerjim olduğu için maalesef koyamadım), pulbiber

Patatesi her zaman kabuklarını soyarak haşlıyorum. Fitaaaminleri kayboluyor olabilir ama böylesi daha çok içime siniyor ve soyma problemi de olmuyor. Soyduğum ve halka halka dilimlediğim patatesleri kaynar tuzlu suda haşlayıp süzdükten sonra soğumasını bekledim. Soğuduktan sonra limon suyu ve zeytinyağı (miktarları size kalmış) ekleyerek elle yoğurdum. (Kendi öz ellerimle) Karışımı üçe ayırdım. Bir parçasına, rendelediğim havuçları, ikincisine rendelediğim pancar turşusunu, sonuncuya da yeşil soğan, maydanoz ve dereotunu ekledim. Hepsini güzelce yoğurdum. Streç film kaplı bir kalıba önce pancarlı karışımı, ortaya yeşillikli karışımı, üste de havuçlu karışımı koyup bastırarak yerleştirdim. Buzdolabında 1-2 saat dinlendikten sonra ters çevirerek servise hazırladım. Daha farklı renkler elde etmek için, siyah zeytin dilimleri, seviyorsanız eğer küp kesilmiş salam vb kullanılabilir.

Son günlerde Yemekteyiz'de sıkça ikram edilen bir salatayı denemeye karar vermiştim. Tarifi aşağı yukarı biliyordum ama Facebook'taki Yemekteyiz grubunda yazılan reçeteyi uygulamak istedim. Gerçekten güzel oldu, tek başına öğün bile olabilir.

  • 1 adet tavuk göğsü (estetiksiz olsun :) )
  • 1 su bardağı mısır
  • 5-6 kornişon
  • 1 salatalık (ben koymadım)
  • 1 çay bardağı ince çekilmiş ceviz
  • Bir tutam dereotu
  • 1 dal yeşil soğan
  • 3 yemek kaşığı süzme yoğurt
  • 5 yemek kaşığı mayonez (Pınar'ın light olanını kullandım)
  • 2 diş sarmısak

Tavuk göğsünü haşladıktan sonra çok ince şekilde didikledim, bu aşama önemli. Tavuk ağıza parça halinde gelmemeli. Kornişonları da ince ince kıydım. Tüm malzemeleri harmanladıktan sonra, yoğurt ve mayonezi ekleyip karıştırdım. Üstünü kornişonla süsledim. Mayonezi az gelirse biraz daha ekleyebilirsiniz.


Kuru patlıcan dolmasına bayılırım. Liseyi K.Maraş'ta okudum ve orada tattığım lezzetler içinde apayrı yeri olan birşeydir, şahanedir, offf off :)) Oraların patlıcanları da nefis, hatunları da marifetli. Bizim gibi sonradan gurme blog şeytanı değil :)) Ehh biz de fena yapmıyoruz canım.
  • 25 adet kuru patlıcan
  • 1 çorba kasesi pirinç
  • 2 yemek kaşığı biber salçası
  • 2 büyük kuru soğan
  • 2 tatlı kaşığı tozşeker
  • 2-3 adet limon tuzu
  • 1 yemek kaşığı nar ekşisi
  • Zeytinyağı ve mısırözü yağı
  • Kimyon, tuz, karabiber, pulbiber ve nane

Bir de salçasız, kuş üzümlü, tarçınlı olan var. Onu da yapınca yazarız. Önce patlıcanları kontrol edip delikli vb olanları ayırdım. İyice yıkadıktan sonra en az yarım saat kaynar suda haşladım. Bu aşama önemli, iyi haşlanmazsa, içi piştiği halde dışı kabuk gibi geliyor. (Tecrübeyle sabittir) Haşlanan patlıcanları süzüp soğumaya bırakıyoruz.

Ağlayarak kuru soğanları kıyıyoruz ince ince. Az sonra kendilerini pembeleşene kadar öldürecek olmamızdan kaynaklanan vicdan azabı ile kızdırdığımız mısırözü yağına ekliyoruz. Soğanlar iyice yumuşayıp şeffaflaşana kadar kavuruyoruz. Zeytinyağını bu aşamada kullanmıyoruz, çünkü yüksek sıcaklıkta bambaşka şeylere dönüşüp acılaşıyor ve tadı bozuluyor. Soğanlara salçayı ekleyip karıştırıyoruz. Sonra yıkadığımız pirinçleri ekleyip kavurmaya devam ediyoruz. Tuzu, baharatları (nane hariç), ekşileri ve şekeri ekleyip karıştırmaya devam ediyoruz. Sonra üstünü kapatmayacak kadar (yaklaşık 1 su bardağı) sıcak suyu ekleyip üstü açık birkaç dk pişiriyoruz. Suyunu çekince naneyi ve yarım çay bardağı zeytinyağı ekleyip dinlenmeye bırakıyoruz.

Soğuyan içi, patlıcanlara dolduruyoruz. Bu aşama da önemli, çok doldurmamak gerekiyor. Yarısını biraz geçecek kadar doldurup, patlıcanın uçlarını elle bastırarak yapıştırıyoruz ki pişerken açılmasın. (Benim patlıcanlar çok iyi değildi, tam istediğim gibi yapışmadı) Tencerenin altına, varsa asma yaprağı seriyoruz. Yoksa patates de dilimleyip koyabilirsiniz. Dolmaları diziyoruz ve üstlerine biraz zeytinyağı gezdirip dilersek 1-2 tane de limon tuzu koyuyoruz. Dolmaların üstüne bir tabak koyuyoruz ağırlık yapması için. Üstünü örtecek kadar kaynar su ekleyip kısık ateşte yaklaşık 1 saat pişiriyoruz.


Yeşil mercimekli börek, her zaman yaptığım bir börek değil. Mutluş istedi diye, onun sevdiği şekilde yaptığım bir börek oldu. İçi daha da zenginleştirilse çok güzel olurdu. Ben sadece yeşil mercimek koymak durumundaydım ama tarifin orjinali şöyle:
  • 1 kase haşlanmış yeşil mercimek
  • 1 adet kuru soğan
  • 1 çay bardağı ince çekilmiş ceviz
  • 2 adet yeşil biber
  • İstenirse 3-4 yemek kaşığı kavrulmuş kıyma da eklenebilir

Böreğin hazırlanış şekli şurada mevcut. İçini hazırlamak için, soğanı ve yeşil biberi sıvıyağda pembeleştirdikten (biber pembeleşmezzzz :)) ) sonra, diğer malzemeleri ve baharatları ekleyip içimizi hazırlıyoruz.

Börekleri sardıktan sonra, yumurta sarısına ve galeta ununa buluyoruz. 180 C'de kızarana kadar pişiriyoruz.

Şimdi tarifleri yazarken, bir yandan tebessüm ediyorum, bir yandan Hayko'yu dinliyorum, "Siren" günlerimdeyim yine. Dinleye dinleye eskitemedim Hayko'nun albümlerini. Hem yenisi gelsin istiyorum, hem de istemiyorum. Galiba kendimi cezalandırmak zorunda kalacağım :)) Yok yok, cezalandırmayayım kendimi, çünkü ben daha büyüyünce "ışıltılı saç uzmanı" olucam:)) Pai pai